28 Şubat 2013 Perşembe

Bahçeden İncebel Bardağa Türk Çayı



Bir çay sever olarak tam da aradığım kitabı buldum. Yapı Kredi yayınlarından çıkan Mustafa  Duman'ın Bahçeden İncebel Bardağa Türk Çayı, çay severler için müthiş bilgilerle dolu.
Türkiye'de çayın tarihi, çayla ilgili efsaneler, ünlü çay ocakları, incebel cay bardagi,cay tarifleri, çayın günlük yaşamımızdaki, tasavvuftaki, hekimlikteki yeri gibi bilgiler, harika fotoğraflar eşliğinde anlatılmış.
224 sayfa ve 24x34 cm boyutlarında özel basım kitap, aslında bir prestij kitabı niteliğinde. Kitabı ve içindeki gorsel bir zenginlik sunan fotoğrafları görüp de çay sevmemek imkansız.


27 Şubat 2013 Çarşamba

Atatürk'ten Hatıralar

Bir kaç gün önce bir siteden Atatürk'ten Hatıralar kitap seti aldım.7 kitaptan oluşan sette;
Askeri Deha                                 (Kahraman Yusufoğlu),
Anadolu Güneşi                           (Kahraman Yusufoğlu),
Çağdaş Cumhuriyet Kadını      (Kahraman Yusufoğlu),
Çankaya Yolunda                        (Kahraman Yusufoğlu),
Sofra Sırları                                  (Kahraman Yusufoğlu),
Gazi Paşam                                    (Cevat Şenol),
Atatürk'ün Sevdiği Kadınlar    (Turan Bozkurt)   kitapları yer alıyor.
Hepsi de bir çırpıda okunacak değerli kitaplar. İlk olarak Sofra Sırlarını okudum. Kitapta Atatürk'ün Sofra adabı ve kültürü anlatılırken, arkadaşlarının ağzından Atatürk'ün sofrası anlatılıyor. Kitapta sofrasından seçme hatıralar da yer alıyor.



Kitaptan bir kaç bölüm;
Atatürk, sabah kahvaltısında; çay, kahve içiyor, fazla bir şey yemiyordu. Soğuk ayranla, bir dilim ekmek yerdi. Bazen de bir kase yoğurt yer, sonra sütlü kahve içerdi.
Öğle yemeğinde, bir iki dilim ekmek yerdi. Etsiz kuru fasulye, pilav çok sevdiği yemekti. Kuru fasulye ye yağlı fasulye derdi.. Kuru fasulyeye okulda alıştım demiştir. Kışla yemeği, askeri yemek sayılmıştır kuru fasulye.
İkindi üzeri ekmeksiz bir bardak ayran içerdi. Sofradan genellikle doymuş olarak değil, aç kalkarmış.
Atatürk akşam yemeklerinde genel olarak sebze yemeklerini daha çok severdi. Etli taze bamya, Karnıyarık, Zeytinyağlı, limonlu bakla ezmesi sevdiği yemeklerdendi.  Tatlılarla arası iyi olmayan Atatürk, Gül reçeli severdi. Meyvelerden ise en çok sevdiği kavundu.
Atatürk günde an az 10-15 fincan kahve içerdi.


 

Falih Rıfkı Atay;
Atatürk'ün sofrası asla bir içki ve cümbüş sofrası değildi. Dostları ile hatta düşmanları ile sohbet ve tartışma meclisiydi. Saatlerce pek ciddi şeyler okur ve yazardık.


İbrahim Ergüven (Atatürk'ün sofrasını hazırlayanlardan);
Atatürk'ün sofrası, sofradan çok bir okula benzerdi. Sofrayı hazırlarken nasıl çiçekle süslemeyi ihmal etmezsem tabakların, bıçakların yanına mutlaka birer bloknot ile kalem yerleştirmeyi de hiç unutmazdım. Yemek odasının bir köşesinde de okullardaki gibi bir de kara tahta bulunurdu. Tebeşiri ile silgisi de o sofranın bir parçasıydı. Belki şaşanlar olur ama o kara tahtaya ben bile çağrılmıştım.

22 Şubat 2013 Cuma

Ankara'nın Kitapçıları

Ankara'da yaşayanlar veya yolu Ankara' ya düşmüş olanlar bilirler. Ankara'nın kalbi Kızılay'ın meşhur sokakları vardır. Konur sokak, Karanfil sokak, Olgunlar sokak..ve bu sokakların meşhur olmasında büyük pay sahibi olan kitapçıları sıra sıra dizilmiştir.
Bende sömestr tatilinde Ankara seyahati yaptım ve Kızılay'ın  o meşhur sokaklarını dolaşırken biraz biraz bohem havası soludum.  Biraz kitap alışverişi, biraz sokak müziği, biraz eylem, biraz imza kampanyası, biraz yorgunluk çayı derken benim için keyifli ve nostaljik gezi oldu.
İşte ziyaret ettiğim kitapçılardan birkaçı...







20 Şubat 2013 Çarşamba

Kitaplik Alternatifleri

Bu kitapliklar birer tasarim harikasi.

Değişik Kitaplık



İlginç Tasarımlı Kitaplıklar

İlginç ve Farklı Tasarımlı Kitaplıklar


 İlginç ve Farklı Kitaplık Modelleri 2011



Jim Tierney'in Kitap Kapakları

Jim Tierney son derece yetenekli bir kitap kapağı tasarımcısı. Philadelphia Üniversitesi Sanat Tasarımı bölümünden mezun olduktan sonra Penguin Books'da kapak tasarımcısı olarak çalışmış. Şu an NY Brooklyn da eşi ile birlikte freelance olarak muhteşem kitap kapak tasarımları yapıyor.

Ben Jim Tierney'in tasarımlarına bayıldım!!!!!

İki Şehrin Hikayesi;


Book Cover Illustration and Hand Lettering for 'A Tale of Two Cities'. © Jim Tierney 2012 
 Book Cover Illustration and Hand Lettering for 'A Tale of Two Cities'. © Jim Tierney 2012


80 Günde Devr-i Alem


Book Cover Illustration and Hand Lettering for 'Around the World in 80 Days'. © Jim Tierney 2012
  Book Cover Illustration and Hand Lettering for 'Around the World in 80 Days'. © Jim Tierney 2012

Dünyanın Merkezine Seyahat


Book Cover Illustration and Hand Lettering for 'Journey to the Center of the Earth'. © Jim Tierney 2012 
 Book Cover Illustration and Hand Lettering for 'Journey to the Center of the Earth'. © Jim Tierney 2012

Kitap Şeklinde Kasaları Çok Sevdik

 

Eğer sizde sevdiyeniz bundesign.com a bir göz atın.

Kitap Şeklindeki Laptop Çantasını Çok Sevdik



Topkapı Sarayı Müzesi-Çin Hazineleri Sergisi

Topkapı Sarayı Has Ahırlar Sergi Salonunda açılan Çin Hazineleri sergisi yarın bitiyor. Eğer hala gitmediyseniz acele edin.


2012 Türkiye'de Çin Kültür Yılı' olarak kutlanıyor. Bu etkinlik kapsamında  Çin'in Yeraltı Ordusu'ndan (Terra Cotta) örneklerle, Yasak Şehir Müzesi'nde korunan imparatorluk ailesine ait özel koleksiyonun önemli parçalarından oluşan sergi Topkapı Sarayı Müzesi'nde sergileniyor. Kasım ayından beri açık olan sergide
 Çinliler Türkiye'ye birçok ayrıcalık tanıdı. Çin dışına çıkarılmayan ve UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası Listesine alınan "Terra Cotta Atı" ve birden fazla Terra Cotta askeri karma bir sergiye ilk defa dışarıda sergilenmiş oldu.

Not: Sergiye giriş 25 TL 


Dosya:Terrakottaarmén.jpg   

Terra Cotta Askerleri,

İlk Çin imparatoru Qin Shihung’un mezarında bulunan Terra Cotta askerleri, 1974’te bir çiftçi tarafından tesadüfen bulundu. İmparatorun mezarını koruduğuna inanılan binlerce toprak asker, normal insan ebatlarında ve her biri dönemin askeri nizamına göre dizilmiş şekilde yer alıyor. Boyları 183-195 santimetre arasında değişen bu heykel askerlerin ağrlıkları 100 ila 300 kg arasında değişmekte ve  her birinin yüz ifadesi birbirinden farklıdır.. Kazı alanında çoğu hala toprak altında 8 bin asker, 520 atıyla birlikte 130 savaş arabası, 150 süvari atı bulunduğu tahmin ediliyor.


19 Şubat 2013 Salı

Kürk Mantolu Madonna

Şubat ayı toplantımızda daha önce belirlediğimiz gibi Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna' sını tartıştık. Aslında tarih olarak da Sabahattin Ali'nin doğum günü 25 Şubat olması sebebi ile ve bizim  bu ay da toplanıp onu tartışmamız bakımından güzel bir hoşluk yarattı.
Kürk Mantolu Madonna' ya geçmeden önce Sabahattin Ali üzerine bir kaç söz söylemek gerek.

Sabahattin Ali




Sabahattin Ali 25 Şubat 1907 de Gümülcin' ye bağlı Eğride de doğdu. Babası yüzbaşı piyade Selahattin Ai bey idi. Sabahattin Ali Aliye hanim ile evlendi, 1937 de kizi Filiz Ali dünyaya geldi.
1926 da İstanbul Öğretmen okulundan mezun olarak Yozgat 'ta ilkokul öğretmenliği yaptı. Maarif Vekaletinin açtığı sınavı kazanarak Almanya 'da iki yıl eğitim gördü. dönüşünde Aydın'da ve Konya'daki  bir okulda Almanca öğretmenliği yaptı.
Konya'da öğretmenlik yaparken Atatürk'ü eleştiren bir şiir okuduğu gerekçesi ile tutuklandı ve bir yıla mahkum edildi. Cumhuriyetin 10. yılı sebebi ile çıkarılan aftan faydalanarak hapisten çıktı. Ankara'ya giderek tekrar görevine atanmak için izin istedi. Donemin bakani Hikmet Bayur kendisinden eski dusuncelerinden vaz gectigini ispat etmesini isteyince , o da Varlık dergisinde "Benim Aşkım" şiirini yayınlayarak Ataürk'e bağlılığını ıspatlamaya çalıştı.

Benim Askim:
Sensin kalbim değildir, böyle göğsümde vuran,
Sensin "Ülkü" adıyla beynimde dimdik duran
Sensin çeyrek asırlık günlerimi dolduran
Seni çıkartsam ömrüm başlamadan bitiyor
Hem bunları ne çıkar anlatsam bir düziye
Hisler kambur oluyor dökülüyor yazıya
Kısacası gönlümü verdim Ulu Gazi’ye
Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.”

 Hifzi Topuz'un Eski Dostlar kitabında bu konu  şu şekilde anlatılıyor;

Sabahattin Ali'nin Atatürk'e büyük hayranlığı vardı, bunu belirten bir şiir yazar ve Atatürk' e duyurmak ister. Bu konu Atatürk' e yansıtılır. Kendisine Sabahattin Ali'nin af yasasından yararlanarak görev istediği anlatılır. Milli Eğitim Bakanı Hikmet Bayur, Atatürk'e,
"Paşam , der, "hakkınızda ağır bir şiir yazmış olan bşr öğretmen vardı ya, aftan yararlanarak tekrar öğretmenliğe atanmak istiyor."
"Atanmasında yasal bir sakınca var mı?"
"Hayır Paşam"
"İşlediği suç size karşıdır da."
"Aşkolsun sana! Beni, kişisel gücenikliğim dolayısıyla yasal gerekliliklerin yerine getirilmesini önleyecek ölçüde egoist mi sandın? O genci ilk açılacak yere atayınız.

Böylece Sabahattin Ali Ankara II. Ortaokul'da öğretmenlik yapmaya başladı.Bu dönemlerde Türkiye'nin sosyal gerçekliğini anlatan öyku ve romanlarını yazmaya başladi..Değirmen, Kuyıcaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan, Kürk Mantolu Madonnna.
Daha sonra Devlet konservatuvarına atanır ve Carl Ebert'in çevirmenliğini yapmaya başladı.
Fakat işler hep böyle düzgün gitmedi. Aşırı milliyetçi kesimle problemler çıkmaya başladı, NihalAtsız' bir yazısında kendisine hakaret ettiği sebebi ile mahkemeye verdi..Dava çok sıkıntılı geçti. Bir çok gösteri oldu..  Davayı kazandi, Atsız dört ay mahkum oldu ama Sabahattin Ali eleştirilerden kurtulamadı.. O sıralarda Milli Eğitimin bünyesindede değişiklikler oldu ve Sabahattin Ali İstanbul' gelip ve AzizNesin ile birlikte haftalık mizah dergisi Markopaşa'yı çıkarmaya başladi.
Fakat Markopaşa'da başina dertler açti. Falih Rıfkı'ya ve Cemil Sait Barlas' a hakaretten ceza aldi ve  dergi kapatıldi, Merhumpaşa, Malumpaşa, Ali Baba adlarında tekrar çıkartıldi Büyük bir baskı altında idi. Hükümeti eleştirdiği gerekçesi ile tutucu çevrelerden baskı gördü ve tekrar mahkum edildi.. 4 ay hapis yattıktan sonra Sırca Köşk adlı kitabı toplatılir.
Onun için yurt dışına kaçmaktan başka çare kalmamıştı. Bir dostunun yardımı ile komyonculuk işine girer ve Anadolu'ya seyahet etmeye baslar.  Artık kaçış planını uygulamanın sırası gelmiştir.
Yanında kaldığı dostu Mehmt Ali Bey ' gönderdiği mektupta kacisini ve sebebini şöyle anlatıyor;

"Sevgili Mehmet Ali,
Sana bu satırları yazarken çok sıkılıyorum. Bu mektubu aldığınız zaman ben bir müddet için ortadan yok olmuş olacağım. Türkiye' de benim için bütün kapılar kapandı. Tam bir imkansızlık içindeyim. Buradan kaçmayı ne zamandır düşünüyordum, ama bir türlü karar veremiyordum. Karar verememin nedeni karım ve kızımın varlığı, bir de senin ve Adalet'in bana karşı göstermiş olduğunuz yakınlıktı. Ayrılamadım, ayrılamıyordum. Fakat artık iş burada bitti. Şimdi bu memleketten gidiyorum, kaçıyorum. İnşallah yakın bir zamanda, daha iyi şartlarda görüşürüz."

Ali Ertekin adlı birinin yardımı ile Bulgaristan'a kaçmaya çalışırken Ali Ertekin tarafindan şaibeli bir şekilde  öldürüldüğü bildirildi. Hala Sabahattin Ali cinayeti faili meçhul cinayet olarak gizemliğini korumaktadır.
Alev Cukurkavakli tarafindan kaleme alinan "Sabahattin Ali Olayi"adli kitapta  Ali Ertekin'in itiraflari derlenmiş ve cinayet Ali Ertekin' in ağzından şu şekilde anlatılıyor:
"Sisli suvari okulunda inzibat başcavuşuyken, bir tüfek kayboldu, beni sorumlu tutup ordudan ihrac ettiler. Istanbul'da is buldum. Adalet Cimcoz adlı bir kadınin kamyonu vardı. Trakya'dan peynir getiriyordu. Sabahattin Ali' de bu kadının katibiydi.Giren çıkan mallari kontrol ediyordu. Beraber, Kirklareli Üsküp nahiyesine peynir almaya gittik. Sabahattin Ali, mandıra yerine ormanın icine ve sınıra doğru yürümeye başladı. Önce Bulgaristan'a sonra Moskova'ya gideceğini, Turkiye'ye dönüp, hükümeti devireceklerini soyledi. Ben karşı çıktım, sınırdan geçemeyeceğimiz soyledim. Tartıştk, elimde kalın bir ağac dalı vardı, vurdum yere yığıldı."
Kaynakca; Sol portal, Vikipedi, Hifzi Topuz (Eski Dostlar), Alev Çukurkavakli (Sabahattin Ali Olayı2)

Kurk Mantolu Madonna



Oku-Yorum Kitap Kulübü olarak çok uzun zamandır Sabahattin Ali'yi okumayı çok istiyorduk ve Kürk Mantolu Madonna bizim için doğru bir başlangıç oldu.  Kitabı tartışmaya başlarken hepimizin ortak yorumu kitabın ilk bölümünü daha çok sevdiğimiz yönündeydi. Belli ki ikinci bölümde ilk bölümden bağımsız bir konu olarak işlenen  aşk hikayesine nazaran, ilk bölümde anlatılan küçük bir memurun iş bulma hikayesi ve yeni işinde tanıştığı Raif Efendi'yi anlattığı bölüm çok daha gerçekçi ve  etkileyici geldi  bize.Kitapta  üzerinde tartıştığımız konulari kisaca ozetlersek;

Çoğumuz bir insan hakkında bir hüküm verirken önyargılı davranır, üzerinde hiç de çok düşünmeden onu tanımlamaya çalışırız.Hatta çoğu kişi için çok fazla hüküm bile vermeye değer bulmaz, belki bir eşya üzerinde çok daha fazla düşünürken, onun için hiç bir şey düşünmeyiz bile. Onların birer geçmiş, yaşanmışlıkları, duyguları olduğunu unuturuz. Sonra hiç ummadığımız bir anda, bu dikkate almadığımız insanların çok farklı ve şaşırtıcı bir hayatları olduğu gerçeği ile karşılaşıp, şaşırır ve sorgulamaya başlarız.

Kitaptan;
Raif bey hiç de fevkalade bir adam değildi. Hatta pe alalade, hiç bir hususiyeti olmayan, her gün etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğmiz insanlardan biriydi. Böyle kimseleri gördüğümüzde çoğu ke kendi kendmize sorarız:"Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta neler buluyorlar?
Bunu düşünürken yalnız o adamların dışlarına bakarız, onların da birer kafaları, bunun içinde, isteseler de istemeseler de işlemeye mahkum birer dimağları bulunduğunu, bunun neticesi olarak kendilerine göre bir iç alemleri olacağını hiç aklımıza getirmeyiz.
İnsanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar. Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki , dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır.

Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!.. Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatligiyla öteye geçiveriyoruz?

Memuriyet görevinden ayrılan yazar, yeni bir iş arayışındadır. Tam o esnada tesadüf eseri okul arkadaşı Hamdiye'ye rastlar. Hamdi bir Kereste işleri ile uğraşan bir şirkette müdür muavini olarak çalışmaktadır. Artık mühim bir görevdedir ve okul arkadaşına yardım etmek ister. Sabahattin Ali bu karşılaşmayı ve iki arkadaşın değişen sosyal statülerinin tavırlarına nasıl yansıdığını çok gerçekçi anlatıyor;
Mühimce mevkilere geçen adamların esaslı adetlerinden biri de galiba eski ve -kendilerinden geri kalmış-  arkadaşlarına karşı gösterdikleri bu biraz da şuurlu dalgınlıktı (Hamdi yazarı evine davet ediyor ve eşine tanıtmayı unutuyor!)
Sonra, o zaman kadar" siz " diye hitap ettikleri dostlarına birden bire ahbapça " sen" diyecek kadar alçak gönüllü ve babacan oluvermek, karşısındakinin sözünü yarıda kesip rastgele manasız bir şey sormak ve bunu gayet tabii olarak, hatta çok kere şefkat ve merhamet dolu bir tebessümle birlikte yapmak..
Nedense, hayatta bir müddet beraber yürüdüğümüz insanların başına bir felaket geldiğini, herhangi bir sıkıntıya düştüklerini görünce bu belaları kendi başımızdan savmış gibi ferahlık duyar ve o zavallılara, sanki bize de gelebilecek belaları kendi üstlerine çektikleri için, alaka ve merhamet göstermek isteriz.
Dün akşam beni yolda otomobiline alan mektep arkadaşımla, on iki saatten biraz fazla zaman dilimi içinde, aramızda ne kadar büyük bir mesele hasıl olmuştu.! İnsanlar arasındaki münasebetleri tanzim eden amiller ne kadar gülünç, ne kadar dıştan, ne kadar boş ve bilhassa asıl insanlıkla ne kadar az alakası olan şeylerdi...

Bazen ufak bir umut, küçük bir haber birden bire ruh halimizi değiştiriveriyor. Tipki Raif bey'in karısında olduğu gibi.
Hastanın halindeki ufak bir iyilik karısının bütün telaş ve heyecanlarını alıp götürmüştü. Şimdi kafası eskisi gibi ev dertleri, yemek ve çamaşır işleri ile doluydu. Bütün basit insanlarda olduğu gibi , kederden sevince, heyecandan sukunete geçiyor ve bütün kadınlar gibi her şeyi çabucak unutuyordu.

Raif efendinin herşeye karşı soğukkanlı ve ifadesiz suratla bakmasının nedenlerinden biri şu paragrafta anlatılmış;
Eski Roma tarihinde , Mucius Scaevola isminde bir murahhasın düşmanla sulh müzarekesi yaparken, kendisine teklif edilen şartları kabul etmezse öldürüleceği yolundaki tehdide cevap olarak, kolunu yanı başındaki ateşe sokup dirseğine kadar yaktığını ve bu sırada sükunetle müzakereye devam ederek, böyle tehditlerle korkutulamayacağını gösterdiğini okuduğum zaman, elimi aynı şekilde bir ateşe sokmak ve aynı metaneti nefsimde denemek arzusuna kapılmış ve parmaklarımı oldukça ağır bir şekilde yakmıştım. En büyük bir acıya yüzündeki tebessümü muhafaza ederek tahammül eden bu adamın hayali beni hiç bir zaman terk etmemiştir.


 Sabahattin Ali'nin aska dair bakışı Mari'nin ve Raif bey'in gözünde farklı şekillerde anlatılıyor.

Raif beyi'in  aşk hakkındaki yorumu;
İçinde hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhisar ettiremez. ve kimseden  de böyle yapmasını bekleyemez. Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağildikça azalan bir şey değildir.


Maria'nın ise aşka bakışı farklı;

" Benim beklediğim aşk başka! O, bütün mantıkların dışında, tarifi imkansız ve mahiyeti bilinmeyen bir şey. Sevmek ve hoşlanmak başka, istemek, bütün ruhuyla, bütün vücuduyla , her şeyiyle istemek başka.. Aşk bence bu istemektir. Mukavemet edilmez bir istemek!"

Diğer üzerinden gectiğimiz bölümler ise;
Zaten kadınlar pek acayip mahluklardı. Bütün hatıralarımı toplayarak bir hüküm vermek istediğim zaman, kadınların hiç bir zaman sahiden sevemeyecekleri neticesine varıyordum. Kadın sevebileceği zaman sevmiyor, ancak tatmin edilemeyen arzulara üzülüyor, kırılan benliğini tamir etmek istiyor, kaybedilen fırsatlara yanıyor ve bunlar ona aşk çehresi altında görünüyordu.

Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. Bunun sebebi herhalde, "Bu öyle olmayabilirdi!" düşüncesi, yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır.


Kendimi bildim bileli, bütün günlerimi, haberim olmadan ve nefsime itiraf etmeden, bir insanı aramakla geçirmiş ve bu yüzden bütün diğer insanlardan kaçmıştım. o resim aradığım bu insanı bulmanın mümkün olduğuna, hatta ona pek yakın bulunduğuma, bir müddet olsun beni inandırmış, içimde, bir daha unutulması kabil olmayan bir ümit uyandırmıştı.



Muhakkak ki bütün insanların birer ruhu vardı, ama bir çoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gideceklerdi.



Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya luzum bile görmeden, meydana çıkıyordu. ..Biz ancak o zaman sahin yaşamaya başlıyorduk.



Eskiden her insan hakkında, hiç bir esasa dayanmadan, sırf mukavemet edilmez bir hissin, bir peşin hükmün tesiriyle nasıl:"Bu beni anlamaz" demişsem, bu sefer bu kadın için, gene hiç bir esasa dayanmadan, fakat o yanılmaz ilk hisse tabi olarak : " İşte bu beni anlar!" diyordum.



 Bu akşam anladım ki, bir insan diğer bir insana bazen hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş. Gene bu akşam anladım ki, onu kaybettikten sonra, ben dünyada ancak kof bir ceviz tanesi gibi yuvarlanıp sürüklenebilirim.


Bazen iki insan ne kadar uyumlu olursa olsun, ne kadar iyi anlaşırsa anlaşsın bu onları bir arada tutmak için yetmeyebilir. bir noksanlık vardır. Bu uyumun aşka dönüşebilmesi için farklı bir şey gerekir. Maria ve Raif arasında olanlar gibi..
"Şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum!" dedi. "Bu eksik sana değil, bana ait..Bende inanmak noksanmış. ..Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanmadığım için , sana aşık olmadığımı zannedediyormuşum..









Şubat Ayı Menüsü

 Şubat ayı toplantımız benim evimde gerçekleşti. İkram ettiğim bir kaç tarifi paylaşmak istiyorum.

Zeytinli Kek




Malzeme
3 yumurta
1 su bardağı süt
1/2 su bardağı zeytinyağı
1 paket kabartma tozu
1 su bardağı çekirdekleri çıkartılmış ve doğranmış siyah zeytin
dereotu
nane
kırmızı pulbiber
üzerine susam ve çörekotu
aldığı kadar un

Yapılışı: 
Önce yumurta sıvı malzemelerle çırpın. Diğer malzemeler eklenerek ve kontrollü olarak un eklenerek kek kıvamında (çok koyu bir hamur olmasın) hazırlayin. Üzerine bolca susam ve çörekotu serpebilirsiniz.
Yağlanmış kalıba dökün. Önceden ısıtılmış 180 derece fırında pişirin.

Elmalı Kurabiye

Bu tarifi yıllardır yaparım ve herkes severek yer. Gönül Candaş'ın Bereketli Olsun kitabından bir tarif (mutfaktaki başucu kitabım!)



Malzeme
3 su bardağı un
1 paket margarin (250gr)
1 corba kaşığı yoğurt
1kahve kaşığı kabartma tozu
Limon kabuğu rendesi
1 kahve fincanı  pudra şekeri
Yarım paket vanilya

İç Malzeme
3 elma
1 çay bardağı şeker
1 tatı kaşığı tarçın
1 avuç ceviz içi

Yapılışı
Elmaları soyup rendeleyin. Şeker koyarak hafif ateşte pişirin. Soğuyunca ceviz içi ekleyin.
Unu eleyin. Yağ, yoğurt, pudra şekeri ve diğer malzemeleri ekleyip yoğurun. 
Buyukce ceviz büyüklüğunde parçalar alıp açarak içine elmalı malzemeyi koyun ve ay şekli vererek tepsiye dizin.
180  derecede hafif pembeleşinceye kadar pisirin. Fırında çıkarınca uzerine pudra şekeri eleyin.

Buğday Salatası



Malzeme
125 gr buğday
1 tatli kaşığı bal
2 corba kaşığı balzamik sirke
3 corba kaşığı zeytinyaği
1/4 er kırmızı, sarıve yesil dolmalık biber (küp şeklinde dogranmış)
3 dal maydonoz
3 dal nane
biraz ceviz içi

Yapılışı 
Buğdayı 10 dakika kaynatın. Ocaktan alıp soğumasını bekleyin. başka bir kasede sıvı malzemeleri karıştırıun. Buğdaya diğer malzemeleri ekleyip, sıvı malzemeleri de ekleyin. Üstüne istenirse küp şeklinde kesilmiş peynirde koyulabilir.

Veeeee tatlımız!!!!

Böylece Kulübümüzün yıldönümünü de  kutlamış olduk....Bol kitaplı nice senelere..


















13 Şubat 2013 Çarşamba

Sevgililer Günü İçin Aşk Romanları

Sevgililer günü geldi. Dolayısıyla bugünkü kitaplarımızın konusu ''Aşk''.  Oku-Yorum kitap kulübü olarak bizce  tüm zamanların en iyi aşk romanlarını listeledik:

10 Şubat 2013 Pazar

Ivo Andriç ve Travnik Günlüğü

                                       
Bosna Hersek'e kısa fakat beni çok etkileyen bir seyahat  yapma fırsatı buldum. Pristina, Sarajevo ve Travnik şehirlerine yaptigim geziler arasında sizlerle Travnik şehrini ve izlenimlerimi paylaşmak istedim . Kitap Kulübü olarak Travnik şehrinin önemi tabii ki ünlü yazar Ivo Andriç'in 1892 de burada doğmuş  olması ve Drina Köprüsünden sonra en bilinen eseri Travnik Günlüğü bu şehir ve o dönemi anlatıyor olmasından kaynaklanıyor.
Yazarin evi halen müze olarak kullanılmakta. Sizler icin evini de ziyaret ettim.

Ivo Andriç denince akla hemen Drina Köprüsü  romanı gelir.Oku-Yorum Kitap kulübu olarak geçen sene Drina Köprüsünü okumuş ve yazarın tarafsız, yalın anlatımından cok etkilenmiştik. Andriç bu eseri ile 1961 Nobel edebiyat ödülünü kazanmıştı.

                                        Hırvat yazar

Diğer önemli eseri ise 1945 yılında yayınlanan Travnik Günlüğü ise Drina Köprüsü nü  aratmayacak bir eser.
Kitapta Türk, Bosnalı, Sırp, Hırvat, Arnavut, Levanten, Yahudi, Fransız, Avusturyalı kimliklerinin çeşitli diller, kültürler, mezhepler şeklinde birbirlerine girdiği tipik bir Osmanlı Balkanları manzarası tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriliyor Ve bu manzaranın fonunda yavaş yavaş çöken Osmanlı İmparatorluğu ve Batılı devletlerin pastadan pay kapmak için verdikleri büyük mücadele var. Bu mücadelenin yansıması olarak, Fransa ve Avusturya’nın Travnik’te konsolosluk açmaları. III. Selim’in Batılılaşarak çöküşü durdurma çabalarının Travnik’teki vezir konağından görüntüsü. Müslüman Balkan topraklarında Batılılaşma ile yüz yüze kalan Osmanlı geleneksel kimliğinin direniş çabası. Ve bütün bu büyük siyasi olayların tek tek insanlar tarafından algılanması, hayatlarına yansıması, onları değiştirmesi. Muazzam bir toplumsal değişim fonu önünde, ancak çok büyük romancıların yazmayı başarabileceği bir insanlık gerçeği.
(Travnik Gunlukleri; arka sayfa)

İvo Andriç' in evi

                                                                                                         




Travnik Günlüğüm

Travnik 19. yy başlarinda Osmanlı Imparatorluğunun Bosna Eyaleti'nin başkentiydi. Travnik'e Vezirler şehri de deniyor. Çünkü Travnik Osmanlı Imparatorluğuna 70 vezir vermiş  bir şehir. Bu yüzden bir adı Vezirski Grad olarak biliniyor. Travnik'in kelime anlamı "Otluk". Valnitsa ve Vlasic dağları arasında bir vadide kurulmuş. Sehirden Lasva Nehri geçiyor ve verimli, yemyeşil toprakların kaynağı olarak buraya can veriyor.Travnik 70.000 kişilik nüfusu  ile Bosna Hersek'in önemli şehirleri arasında.
Osmanli Padisahi Fatih Sultan Mehmet'in bu bölgeyi fethetmesi ile Müslumanlığı kabul ediyorlar. Fatih Sultan Mehmet bu bölgeyi fethederken Müslüman olmayan, katolik ve protestan halk icin din özgürlüğünü garantileyen bir fermani  28 Mayis 1463 de yaziyor. Bu fermanin aslı Bosna'nin Fojnica şehrinde Frensisken kilisesinde muhafaza edilmekte (Fatih'in kaftanınınnda burada olduğu soylenmekte).  Fermanın günümüzün İnsan Haklari beyannamesinin temel taşı niteliğinde olmasi bakıkından büyük onem taşıyor.

"Ben Fatih Sultan Han,
Bütün dunyaya ilan ediyorum ki, kendilerine bu padişah fermanı verilen Bosnalı Fransiskenler himayem altındadır ve emrediyorum;\Hiç kimse bu adi gecen insanları  ne de onların kiliselerini rahatsız etmesin ve zarar vermesin. Imparatorluğumda huzur içinde yaşasınlar ve bu göçmen durumuna düşen insanlar özgür ve güvenlik içerisinde yaşasınlar. Imparatorluğumdaki tüm memleketlere dönüp korkusuzca kendi manastırlarına yerleşsinler.
Ne Padişahlık eşrafından, ne vezirlerden ve ya memurlardan, ne hizmetkarlarımdan, ne de Imparatorluk vatandaşlarından hiç kimse bu insanların onurunu kırmayacak ve onlara zarar vermeyecektir. 
Hiç kimse bu insanların hayatlarına, mallarına ve kiliselerine saldırmasın, hor görmesin ve ya tehlikeye atmasın.Hatta bu insanlar başka ülkelerden devletime birini getirirse onlar da ayni haklara sahiptir.
Bu Padisah Fermanini ilan ederek burada, yerlerin, göklerin yaraticisi ve efendisi Allah, Allah'in elçisi Aziz Peygamberimiz Muhammede ve 124 bin Peygamber ile kuşandığım kılıç adına yemin ediyorum ki, emrime uyarak bana sadık kaldıkları sürece tebaamdan hiç kimse bu fermanda yazılanların aksini yapmayacaktır. 

Sehir turuma ilk olarak şehrin girişinde yer alan Elçi Ibrahim Paşa Medresesinden başladım. Genis bir alan yayılan medrese 1805 yılında inşa eilmiş ve bugün hala eğitim veriliyor. Medresede ders saati olduğu icin fazla ses cıkarmadan kısa bir ziyarette bulundum.Medrese de  geniş ve çifte bir avlu ve bu avluyu  çerçeveleyen derslikler mevcut. Kız ve erkek öğrenciler Islami eğitim yanında Ilmi eğitimde almakta.

                                   


                                   

Daha sonra şehrin en meşhur restoranlarından Lutvina Kahva'da yemek molası verdim. Menüde meshur sebze çorbaları ( Begova), Boşnak köftesi ( Cevapi), Ev baklavasi ve Osmanli tarzı ikram ettikleri Türk kahvesi ni tattım. Osmanlı adetlerini halen sürdürüyorlar. Çay kültürleri yok. Osmanlı da çay içmezdi. Çay ülkemize Atatürk zamnında 1930 larda geldi. Bu bölgede çayı poşet olarak ikram edip yanında bal ve limon ile sunuyorlar. Yani çay soguk algınlığında kullanılıyor.
Bakır cezvede yaptıkları kahveyi, kulpsuz fincanlarda yanında kesme şeker ve lokum ile ikram ediyorlar. Fincanların dibinde yıldız var. Kulpsuz fincanı baş ve işaret parmağı ile sararak içtiğimizde telve ay şekli veriyor ve fincanda ay yıldız oluşuyor. Artık fincan diplerinde yıldızla birlikte ay motifi de koyuluyor. Osmanlı da kahveyi bu şekilde içermiş.

                                  







Plava Voda (Goksu) irmaginin kaynağına yürüdüm. Kaynağın serinliği ile havanın soğukluğu birbirine karışmasına ve yerlerin yer yer buz olmasına rağmen, mis gibi havayı içime çektim. Travnik yemyeşil  bitki örtüsü, su kaynakları ile biraz Karadenizi andırıyor.

                                          

                                         

Bir taksi ile Travnik Kalesine çıktığımda, bana bu kaleden bir kadraja 7 cami minaresini sığdırabileceğimi söylediler. Denedim. Gerçektende sığıyor. Travnik şehri muhteşem guzelliği ile gözler önüne seriliyor. 

                                    

                                                


Kale içinde daha sonra 1900 lerin başında yanan Fatih Sultan Mehmet Cami  kalıntısı bulunuyor. Kale içinde bir de müze mevcut. Dönemin Kıyafetleri (Sirp, Bosnak, Hirvat), elişleri,  fotoğraflar..vs sergileniyor.


Kaleden aşağıya yürüyerek şehir turu yaptım. Travnik Osmanlı şehri görünümünü koruyor. Yapılarda  Osmanlı çizgisi kendini gösteriyor. Camiileri, kendine has cumbalı evleri ile son derece güzel bir kent Travnik.

                                 

                                   

                                  

Sehir Vezirler şehri olarak adlandiriliyor. Sehir de 19 vezir türbesi var. 


Şehrin kendine has bir köpek türü var. Nasıl bizim Sivas Kangalımız ünlü ise onların da ""Tornjak - Bosna Hersek Çoban köpekleri" ünlü Maalesef gerçeğine rastlayamadım ama bir heykelini buldum!!

                                       

Alaca Camii


16.yy da Nazır Hasan Paşa tarafindan yaptırıllan ve ustundeki kalemişi süslemeleri sebebi ile Alaca camii olarak adlandırılan cami yi ziyaret etttim.Kalemişi süslemeri, solmuş olmalarına rağmen muhteşemdi. Travnik de ahsap işçiliği son derece ünlü. Camiide ahşap süsleme örneklerine rastlamak mümkün.

                                                



 1992-1995 Bosna savasinin izlerini hala tasiyan bir sehir Travnik. Binalardaki bomba izleri ve şehitlikler bunun en canlı orneği. Turkiye'den gönüllü olarak bu savasa bir çok Türk katılmıs. Bir şehidimizin  mezarına rastlamak beni duygulandırdı.




Travnik de alışveriş olarak alınabilecek en yöresel şey, meşhur peynirleri ve kurutulmuş etleri.