12 Aralık 2013 Perşembe

Bu Ayakkabıları Çok Sevdik

Kitap şeklindeki bu ayakkabı topuklarına bayıldık.


10 Aralık 2013 Salı

Aralık 2013 Menüsü

Aralık ayı toplantımızı soğuk bir çarşamba günü, bizi ısıtan sıcak misafirperverliği ile Leyla hanım'ın evinde gerçekleştirdik. 
Şahane bir sofra bizi bekliyordu. Leyla hanım'ın klasiği haline gelen Ispanaklı börek, Kabaklı mücver, mis gibi simitler, muffinler ve yeni yılın son toplantısına yakışan bir tatlı Balkabaklı Cheesecake bizim için şahane bir sürpriz oldu. 

Hepimizin çok beğenerek kahve eşliğinde yediği Balkabaklı Cheesecake tarifini Leyla hanım kırmayarak bizlerle paylaştı. Yılbaşı menünüze çok yakışacağını düşünüyorum.



BALKABAKLI CHEESECAKE

Malzemeler
1/2 Tatlı kabak
3 Yumurta
1 Bardak Şeker
1 Bardak Krema
1,5 Paket Labne
2 Yemek kaşığı Mısır Nişastası
100 gr Tereyağ
1 Paket Pötibör Bisküvi

Yapılışı

Tereyağını eritin. Ufalanmış bisküvi ile karıştrın. Pişirme kağıdı serdiğiniz kelepçeli kek kalıbının tabanına yerleştirin. Buzluğa koyarak donmasını bekleyin. 
Kabağı buharda haşlayıp, iyice ezin. Yumurta ve şekeri çırpıp, labne ve kremayı ekleyin. Ezilmiş kabak ve mısır nişastasını da ekleyin. Daha sonra donmuş bisküvili kek kalıbına dökün. 
180 derecelik fırında yarım saat (bazen 45 dakika) pişirin. Üzeri çatlarsa kaşıkla düzeltebilirsiniz..
isterseniz üzerine ceviz dökebilirsiniz.

Afiyet olsun...

Yaprak Fırtınası







Aralık ayı kitabı aslında Norman Mailer'in Barbarlık Kıyısında kitabı idi. Ancak sahaflar dahil, bir çok kitapçıya bakmamıza rağmen kitabın baskısı olmadığından bulamadık. Böylece Canan'ın önerdiği diğer kitap Gabriel Garcia Marquez'in Yaprak Fırtınası Aralık Ayı kitabımız oldu.

Yaprak Fırtınası, yazarın yayınlanan ilk önemli eseri. Kitap 7 farklı öyküden oluşuyor. İlk ve kitaba ismini veren öykü (Yaprak Fırtınası) yazarın bundan sonraki eserlerinde mekanı oluşturan hayali Macondo kasabasını bize tanıtıyor. 
İlk bölüm bize yaprak fırtınasının ne olduğunu , kasabayı tanıtıyor. .''En önemli şey ilk paragraftır. İlk paragraf için aylarımı harcamışımdır. Bir kez istediğimi elde ettim mi, gerisi arkadan gelir'' diyen Marquez'in yapmak istediği gibi kitabın en can alıcı bölümleri işte bu ilk paragraflar. 

Kokuşuncaya dek, bir ölünün ölü olduğundan emin olamayız.... Zamanın geçtiğini ancak bir şeyler devinince anlayabiliyorsunuz....Saat, yeni gelen dakikanın ucunda bir kez daha ölecektir.....Aşık olmaya başladığını anlayan bir adamın gizi; gözlerinize asla bakamamasıdır..... İnsan bir işe kalkıştığında ne yaptığını bilir..... Eğer bir şey ters giderse, bu beklenmedik, insan gücünün ötesinde bir şeydir..... Olacak bir şeyler varsa, bundan kaçınılmaz. ...Tıpkı takvimlerin önceden bildirdikleri gibi. Mutluluk, bir zorunluluk değildir.Sadece bir tavsiyedir..... Ölüm, bir ziyaretten başka birşey değildir... bu cümlelerin sahibi Latin Amerikanın en ünlü yazarı Kolombiya'lı Gabriel Garcia Marquez Yaprak Fırtınasında kasabada pek de sevilmeyen bir doktorun ölümünü anlatırken hepimizi şaşırtan farklı bir anlatım yolunu seçmiş. Aynı olaylar farklı kişilerin ağzından sürekli geri dönüşlerle okuyucuya anlatılıyor. Böylece aynı olay farklı kişilerin gözünden, her defasında biraz daha genişletilerek anlatılırken, bizleri olayları geniş bir bakışla anlamamıza   olanak tanıyor. Her bir anlatımda ayrı bir heyecan yaşatırken, hızlı duygusal değişimlere sebep olabiliyor. 

Ancak tam da olayın sebebini  öğrenebiliceğiz diye heyecanlanırken., birden konu başka bir şahsından ağzından geri dönerek anlatılırken, bir türlü sebebe ulaşamamanın verdiği merakla diğer sayfaya geçiriyor.
Her bir hikaye biz yormadan sade ve yalın bir dille zorlamadan anlatılmış.

''Eleştirmenlerin benim hakkında ne söylediği umurumda değil; zaten yıllardır onları okumuyorum. Kendilerini yazarlarla okurların arasında konumlandırmaya çalışıyorlar. Bense hayatım boyunca okurlarıma bir eleştirmenin aracılığı olmadan doğrudan ulaşabilmek için son derece yalın ve kesin bir üslupla yazmaya çalıştım.''
Marquez'in  farklı anlatım tarzı bizleri kendisine bağlarken kendisine 1982 Nobel Edebiyat ödülünü kazandırıyor.
 İsveç bilimler Akademisi, ödülü kendisine verirken sebebini şöyle açıklamış;
 Gerçekle gerçeküstünü, bir anakaranın yaşamını ve çelişkilerini zengin bir hayal dünyasında birleştiren roman ve çelişkilerinden dolayı bu ödül Gabriel Garcia Marqueze verilmiştir."

Kitaptan;
Yaprak Fırtınası

 Birdenbire, kasabanın ortasına çöken bir kasırga gibi, ardında yaprak fırtınasıyla, muz şirketi geldi. Başka kentlerin insan ve eşya hurdasından oluşan yaprak fırtınası canlanıvermişti; her zamankinden daha uzak ve saçma görünen iç savaşın pisliğiydi. Kasırga amansızdı. Döne döne yükselen yoğun kokusu, saklı bir ölüm ve ten salgısının kokusu, bulaştığı her şeyi kirletiyordu. Bir yıldan kısa bir sürede, kendinden önceki kötülüklerin molozlarını bütün kasabaya ekti, kendi yükünü, döküntülerini sokaklara saçtı. Birden bu döküntüler, fırtınanın çılgın, kestirilemeyen hızına uygun olarak toparlandı, biçimlendi ve bu bir ucundan nehir geçen, öteki ucunda mezarlık bulunan dar sokak, başka kentlerin artıklarından doğan, bambaşka, gelişmiş bir kasabaya dönüşene dek sürdü gitti. 

İnsanların oluşturduğu yaprak fırtınasına katılıp sert gücüyle sürüklenerek kasabaya dükkanların, hastanelerin, eğlence yerlerinin, elektrik fabrikalarının molozları da geldi, bekar kadın ve erkek döküntüleri ise tek parça yükleriyle, ya bir tahta sandık ya da bir elbise çıkınıyla gelip katırlarını otelin önündeki kazıklara bağladılar ve birkaç aya kalmadan bir ev ve iki karı sahibi oldular; üstelik savaş yüzünden yerleşmekte geç kaldıkları için kendilerine askeri bir unvan verildi.

Kentlerin acı aşklarının artıkları bile geldi bize kasırgayla, küçük tahta evler yaptılar, başlangıçta, yarım bir kulübecik, bir gece için kederli bir yuva oldu; sonra gürültülü, gizli kapaklı sokaklar belirdi, derken kasabanın ortasında vurdumduymaz bir köy çıkıverdi.

Bu tipinin ortasında, bilinmedik yüzler kargaşalığında, cadde boyunca sıralanan tentelerin, sokakta giysilerini değiştiren adamların, güneş şemsiyesini açmış sandıkların üstünde oturan kadınların ve otelin orada aç bırakılıp ölüme terk edilen katırların arasında biz ilk gelenler, son gelenler olduk; yabancıydık, yeni gelenlerdik biz.

Savaştan sonra Macondo'ya geldiğimizde toprağın verimliliğini görüp bir gün er geç yaprak fırtınasının geleceğini düşünmüştük, ama pek güçlü olacağına inanmıyorduk. Bir çığın yaklaştığını duyduğumuz zaman oturup yeni gelenlerin bizi tanımalarını sabırla bekledik. Sonra ilk kez tren sesi duyuldu. Yaprak fırtınası bir dönüş yaptı, karşılamaya çıktık, dönmesiyle birlikte gücünü de yitirdi. Ama birleşip bir bütün oldu ve bozulup çürümenin doğal yollarından geçip toprağın filizlenmesine katıldı.
Macondo, 1909

Marquez'i etkileyen , belkide onun yapı taşlarını oluşturmasını sağlayan Franz Kafka ve onun Dönüşüm'ü. Bu etkiyi kendi ağzından net bir biçimde duyabiliyoruz.

“1947 yılıydı. On dokuz yaşındaydım. Hukuk fakültesinin birinci sınıfında öğrenciydim… İlk sayfadaki giriş cümlesini hatırlıyorum, şöyle diyordu: “Bir sabah sıkıntılı rüyalarından uyanan Gregor Samsa kendisini yatağın içinde devasa bir böceğe dönüşmüş bulur.” … Lanet Olsun! Okurken böyle mırıldandım kendi kendime, “Bu doğru olamaz! Kimse böyle bir şeyin yapılabileceğini bana söylemedi! Demek olabiliyormuş! Öyleyse ben de yapabilirim! Lanet olsun! Benim büyükannem de böyle anlatırdı hikâyelerini… En olmadık masalları sanki gerçekmiş gibi.” 

                                        

13 Kasım 2013 Çarşamba

Peri Gazozu




Uzun bir aradan sonra Oku-Yorum kitap kulubü üyeleri, Paşalimanında buluştuk. Seyahatlerle geçen uzun yaz döneminden sonra konuşacak ne çok şeyimiz varmış.

Kasım ayı kitabımız Ercan Kesal'ın Peri Gazozu idi. Hepimiz yönetmenliğini Nuri Bilge Ceylan'ın yaptığı senaryosunu Ebru Ceylan ve Ercan  Kesal'ın  yazdığı  Bir Zamanlar Anadolu'da filmini seyretmiş ve aynı zamanda film de muhtar rolünü üstlenen Ercan Kesal'ın oyunculuğunu da çok beğenmiştik. Peri Gazozu' nu okurken bir çok bölümde filmi anımsadık.Anadolu Bozkır yaşamını  yalın , içten, dokunaklı anlatan kitap hepimizi derinden etkilerken, bazen gözyaşlarımızı tutamamamıza sebep oldu. Meğer hepimizin aklımızın derinliklerinde kalan ne çok benzer hikayeleri varmış.

Tam da yazarın kitabın önsözünde istediği gibi; ''hikayeleri okumak yerine,"seyrettik. Her bir hikayeyi sanki bizde yaşadık, içimizi ısıttı, gönlümüzü yaktı, bize çok tanıdık geldi. Kendimizi bir yandan Anadolu Bozkırının ve insanlarının sıcaklığı içinde bulurken, bir yandan da acımasız zor hayatların içinde bulduk..bazen isyan ettik  düzene, haksızlıklara..

Kitaptan...

"Şimdi bir türlü sığamayıp, delice bir kavgaya tutuştuğumuz, adına Anadolu denen şu kadim topraklarda, binlerce yıl önce hüküm sürmüş, bir Hitit kralının oğullarına bıraktığı vasiyete bakın isterseniz:
" Öldüğümde beni, usulünce yıkayın, göğsünüze yaslayın ve toprağa bırakın. Bu kadar."

Dedemden öğrendiğim," insan olmak" kendi mutlu olduğun şeyleri yanındakilere de iletmektir. İnsan, kendinde olmasını istediği herhangi bir şeyi bir başkası için de aynı şiddette isteyebiliyorsa " insanım" diyebiliyor.
Birbirimizin hayatlarının içindeyiz ve insan olmak galiba " diğerkam" olmaktan geçiyor.

Babam Perkinson'un son evresinde ve artık yatağa bağımlıydı.Annem, babamın yanında namazını kılarken bir ara babamın sesinin çıkmadığını fark eder.:  " Selam verdim..Mevlüt, Mevlüt dedim. cevap vermedi. yanına vardım. ellerini tuttum, soğuktu. Olsun dedim, her zaman soğuk olur zaten.. Ama ağzını yummuş. nefes de yok. o zaman anladım, sonra senin mantı yediğin geldi aklıma. Bakıcı kızı çağırdım kapıdan. Abine haber verme dedim. Mantısını yesin.. Sonra söylersiniz. O baba delisidir, koşar gelir, yemeği yarım kalır."
Oğlu, sevdiği yemeğini bitirsin diye, ölüsünün yanında sessizce bekleyen annenin hikayesini anlattığınızda bir arkadaşınıza, onun hiç tepki vermeden ağladığını görmüşseniz ya da bugünlerde, ağzınıza götürdüğünüz her lokma boğazınızdan bir türlü geçmiyor ve yutkunuyorsanız sürekli ve oğullarını birer birer toprağa veren annelerin ülkesinde, kendi oğlunuzu koklamaktan hicap duymaya başlamışsanız eğer, birbirinizin hayatlarını da fark etmeye başlamışsınız demektir.

Mayısın altısı. Bugün Hıdrellez. Anam erkenden kalkmış, ırmak kenarına gitmiş. Kızılırmak'ın kıyısındaki kumlara şekiller çizecek. Küçük çakıl taşlarından evler, kamıştan figürler  yapacak, derme çatma. Yeğenlere çocuk, torunlara ev, bana da üniversite dileyecek. O gün pazar galiba, okula gitmemişim. Kaç gündür elimden düşürmediğim kitaba dalmışım," Darağacında Üç Fidan." Hüseyin İnan Sarız' a gelmiş, kaçak. Alıcı kuşlar peşimde. Anası sarılmış yavrusuna, bilmiyor başında neler var. oğlu yorgun, uyuyacak. yorgan kısa geliyor. Anası kaygılanıyor, Hüseyin üşür diye.
" Bir daha ki gelişine," diyor.,"yorganı uzatayım."
" Boşuna zahmet etme," diyor Hüseyin, " Belki gelemem."
Niye böyle konuştuğunu anlamıyor anası. Tam burada hep ağlıyorum, yorganın içine saklanarak.
Nevşehir Lisesi'nden ülkücü olarak ayrılırken, Siyasal' a sosyalist olarak girmiştim . Sebebi basit: Hüseyin'in annesinin kısa gelen yorganı.

Geçen günlerde Hakkari' de bir askeri aracın geçişi sırasında düzenlenen mayınlı saldırıda hayatını kaybeden,  Uzman Çavuş Mehmet Çiftçi'nin cesedi bir türlü bulunamamıştı. Aile aramalarına kendilerinin de katılmak istediklerini dile getirdi, Kayıp askerin yıllardır diyaliz tedavisi gören annesi şöyle konuşuyordu;
"Beni götürün yavruma. Ben bulurum onu, kokusundan tanırım .Deliklere bakarım, yollara bakarım. Kuzumu kokusundan bulurum.
Ey zebaniler, ey korku tüccarları, ey kibir heykelleri, vicdan fakirleri, zalimler!
Bırakın kuzuların önünü. Geçip gitsinler ırmağın öte yanına.
Anneleri bulur kokusundan onları. mutlaka bulur.
Bırakın kucaklaşsınlar..

Yakında bir köyde yaşanan şüpheli çocuk ölümü.Küçük bir köye vardık. Geniş avlulu bir ev. Köşesinde bir ambar, İçinde bir buğday yığını ve önünde üstüne çarşaf örtülmüş bir çocuk cesedi. Çocuğun üzerindeki örtüyü kaldırıp ölüm sebebini anlamak için bakındığım sırada, muhtemelen dedesi olan yaşlı adam gözlerini silerek ayağa kalktı ve elimi iki elin arasına alarak sıktı.
" Size de zahmet verdik doktor bey, akşam, akşam.
" Bir soluklanın oturun, bşr ayranımız için." diye devam etti ve köşedeki kadınlara dönüp"Çalkalama yapın çabuk." diye seslendi.
Buğday yığının önünde çocuk.. Topaç gibi, nasıl gürbüz ve güzel. yüzünü, gövdesini elimle yokluyorum.
bu arada ayran telaşı sürmekte.
" İşimiz bitirelim, belki sonra," diyorum.
" Olur mu ayran içmeden olmaz... Asllah aşkına...
Savcı, şaşkınlığımı anlamış olacak ki yüzünde tuhaf bri ifade: " Bunlar böyledir doktor bey. Misafir görünce ölülerini unuturlar," diyor.

20 Eylül 2013 Cuma

Kitap Konseptli Bu Oteli Çok Sevdik


Almanya'nın Münih şehrinde bulunan bu otel kitap konsepti ile çok ilgi çekiyor. Her oda ünlü bir kitabın adı ile adlandırılmış . Odalarda yatağınıza uzanıp tavana baktığınızda ölümsüz kitaplardan alıntıları okuyarak derin bir uykuya dalabilirsiniz. .








30 Mayıs 2013 Perşembe

Nietzsche Ağladığında



                                            


Mayıs ayı kitap önerilerini Yaprak hn. hazırlarken " Ölmeden Önce Okunması Gereken 100 Kitap" listesini inceleyip ,okumadığımız 5 alternatifi bize sunduğunda çok tartışmaya gerek duymadan hepimiz"  Nietzsche Ağladığında "dedik.
Bir ay sonra buluştuğumuzda hepimizin kitap sayfaları notlarla, altı çizilmiş cümle ve paragraflar ile doluydu.


                                          

                 
"Bir kitap bizi alıp diğer kitapların üzerine çıkarmıyorsa o kitabın nesi iyidir?" Nietzsche bu kitabı okusaydı ne düşünürdü bilmem ama bu kitabın beni okuduğum pek çok kitabın üzerine çıkardığı kesin.
Irvin D. Yalom'un akıcı bir dille kullanarak yazdığı roman , bir çırpıda okunup bitirilecek değil bilakis cümleleri üzerinde uzun uzun düşünülüp tartışılacak bir kitap olmuş.  Kulüp üyelerimizin çoğunluğu tarafından beğenilerek okunurken karşıt görüşler de mevcuttu  böylece hararetli bir tartışma ortamında kitabımızı inceledik gec de olsa Nietzche'yi tanıma imkani bulduk.
 Öncelikle yazarın romanıni yazarken baş karakterleri ( Nietzsche , Josef Breuer, Sigmond Freud, Lou Salome) hakkında yaptığı yogun araştırma ve karakterleri iyi analiz ederek kurgulaması hepimizin takdirini kazandı  özellikle Nietzcshe ve Breuer arasındaki santranç müsabakasını andıran diyaloglar ilginçti ( bu diyalogları basit olarak değerlendiren de vardı )Nietczhe ve Breuer arasındaki mantık savaşı tüm kitap boyunca akıp gidiyor  
19. yy da geçen roman arka planda kendisine ev sahipliği yapan Viyana'yı sadece  meşhur pasthaneleri, tartları ile iştah açıcı şekilde anlatılırken soğuk Viyana havasını hissettiriyor .

Nietzche Ağladığında 374 sayfalık bir roman  kitabın son sayfalarında yer alan yazarın notunu okuyarak kitaba başlamak çok faydalı olacaktır  ayrıca aynı adla sinemaya uyarlanmış filmi de mevcut. 

Kitabin Konusu


Menage a trois

Çok  güzel bir kadın olan Lou Salome psikalizin kurucularından Dr .Josef  Breuer' e gelerek Nietzsche'nin ümitsizlik içinde olduğunu,  intihar edebileceğini, ona yardım etmesini istiyor.Ama bu görüşmeden kesinlikle Nietzsche'nin haberinin olmadığını eğer bilirse tedaviyi kesinlikle kabul etmeyeceğini söylüyor . Araya başka tanıdıkların girmesi ile Nietzsche, Dr Josef Breuer ile görüşmeyi kabul ediyor. Bu noktadan sonra Nietzsche -Breuer arasında geçen diyaloglar kitabın ana temasını oluşturuyor.

Nietzche nin kült haline gelmiş aforizmaları  üzerinden teker teker durduk

Ümit mi? Ümit en son kötülüktür!

..Pandora'nın kutusu açılıp, Zeus'un içinde sakladığı bütün kötülükler dünyaya saçıldığı zaman, orada son bir kötülük kaldığından kimsenin haberi olmamıştı: Ümit. O zamandan beri, insanlar yanlışlıkla kutuyu ve içindeki ümidi iyi şans olarak yorumladı. Fakat Zeus'un arzusunun, insanların, kendilerini işkenceye teslim etmeleri olduğunu unuttuk. Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır.

Her insanın ölümü kendine aittir. Ve herkes kendi tarzını belirleyebilmelidir.

Ölümün son iyiliği, bir daha ölümün olmamasıdır.


Beni öldürmeyen şey, beni güçlendirir

İnsanlar vedalaşırken, genellikle olayın sürekliliğini inkar eden sözler dile getirmeyi severler: Birbirlerinden ayrılırken 'Auf Wiedersehen' yani tekrar görüşene kadar, derler. Yeni bir araya gelme planları yapmakta çok aceleci davranırlar, ama bunu unutmakta daha da acelecidirler. İsviçreli bir doktor rüyalar üzerinde düşünmekle boşuna zaman zaman kaybettiğimi, rüyaların yalnızca gelişi güzel atıklar olduğunu, zihnin geceleri kendini boşaltmasından ibaret olduğunu anlatmıştı . Bu doktora göre beyin, yaşanan günden artan gereksiz düşünceleri rüyalarla dışarı atarak yirmi dört saatte bir kendini temizlermiş.


Kutsal olan hakikat değil, kişinin kendi hakikati için çıktığı arayıştır! Kendi kendini sorgulamaktan daha kutsal bir şey olabilir mi?

Breuer yaşamının mercek altına alınmasından  gizliden gizliye zevk almayan bir hastayla henüz karşılaşmamıştı. Mercek ne kadar detaylı gösterirse hasta o kadar çok zevk alırdı .İncelenmekten alınan keyf o kadar büyük olurdu ki Breuer yaşlanma, sevdiklerini kaybetme ve dostlarından uzun yaşamanın asıl acı yanının sizi inceleyen gözlerin bulunmaması olduğuna inanırdı; hiç kimsenin dikkat etmediği bir yaşamdan duyulan dehşet!

Korkular karanlıktan doğmaz, korkular da yıldızlar gibi hep oradadırlar, ama gün ışığı onları gizler.

Kendinden hiç hoşnut olmayan pek çok insan gördüm; bunlar önce başkalarının kendileri hakkında iyi düşünmelerini sağlamaya çalışırlar.  Bunu başarınca da bu sefer kendileri de kendileri hakkında iyi düşünmeye başlarlar . Ama bu sahte bir çözümdür, bu başkalarının otoritesi altına girmeyi kabullenmektir. Size düşen ödev kendinizi kabullenmenizdir, benim sizi kabullenmemin yollarını aramak değil.

Cinsel arzu, aslında , karşıdaki insanın zihni ve bedeni üzerinde mutlak hakimiyet kurmak için duyulan arzudan ibarettir. Aşık,'seven' kişi değildir;aslında o, sevdiği kişinin mutlak sahibi olmayı amaçlar. Bütün isteği, tüm dünyayı o değerli malından soyutlamaktır . 

Ölüm güç bir şeydir. Ölümün son iyiliği bir daha ölümün olmamasıdır. 
Ümit  en son kötülüktür. 

Hakikati ancak inanmayarak ve kuşku duyarak yakalayabilirsiniz.

Hakikat onsuz yaşayamayacağımız bir yanlıştır .Hakikati bulmak isteyen insanın önce kendini tam anlamıyla tanıması gerekir. Bunu yapmak için, o insanın geleneksel bakış açılarından, hatta yaşadığı çağdan ve ülkeden ayırması ve sonra da o mesafeden kendisine bakması gerekir. 

Ruhunda sukunete kavuşmak ve mutlu olmak isteyen insanlar inanmalı ve iman etmelidir, ama hakikatin peşindeki insanlar iç huzurundan vazgeçip yaşamlarını bu sorgulamaya adamak zorundadır.

Kurtuluşu garantileyen şey nedir? İnsanın artık kendinden utanmıyor olması .

İlginizi çekebilir;

Lou Salome 'nin hikayesi



Mayıs Ayı Menüsu


Oku-Yorum kitap kulübü olarak mayıs ayı toplantımızı Yaprak hanım' ın evinde gerçekleştirdik. Güzel bir Mayıs sabahı balkonunu bize açan Yaprak hn. hazırladığı nefis tatlardan bir kaçının tarifini bizlerle paylaştı.








EKŞİLİ PATATES SALATASI

Malzemeler
1kg patates
3 çorba kaşığı zeytinyağı
1 Limon suyu
1 kaşık light yoğurt
Dereotu, Kornişon turşu, kapari, yeşil soğan

Yapılışı
Patatesler haşlanarak püre haline getirilir. Sıcaken içine zeytinyağı eklenerek karıştırılır. Ilıyınca light yoğurt, kıyılmış dereotu, yeşil soğan, kapari ve turşu küp küp doğranarak eklenir. Bir limon suyu sıkılarak karıştırılır ve servis kasesine alınır.




KIYMALI BÖREK

Malzemeler
4 adet yufka
yarım kilo kıyma
4 adet soğan
karabiber, kekik,tuz
1 Çorba kaşığı yoğurt
Yarın cay bardağı süt
Yarım su bardağı zeytinyağı veya eritilmiş tereyağ
3 Yumurta

Yapılışı
Rendelenmiş soğan ve kıyma iyice kavrulur. İçine karabiber, tuz ve biraz kekik eklenir. yağlanmış fırın tepsisine yufka serilir. Aralarına zeytinyağı, süt, yoğurt ve yumurtadan oluşan sıvı karışım sürülür. 2. katta kıymalı harç dökülür. En üst kata sıvı karışım dökülür istenirse, çörek otu serpilir 160 derecede kızarana kadar pişirilir.










7 Mayıs 2013 Salı

3D Portre Kitapları Çok Sevdik


Hollanda’da sanatçılar Markus Ravenhorst ve Maarten Reynen, geçen seneki Hollanda Kitap Fuarı için farklı bir çalışma yaparak Anne Frank (1929-1945), Vincent van Gogh (1853-1890), Kader Abdullah(1954- ),  Louis Van Gaal (1951- ) in biyografilerini, bu kişilerin yüzlerini kullanılarak 3 boyutlu portre formuna getirilen kitaplara bastılar. Kitapların sanat çalışmasını ise Souverein Whereby şirketi yürütmüş

  “Yazılı Portreler”adı verilen seriyi çok sevdik

Louis van Gaal
Louis Van Gaal
Anne Frank
Anna Frank

Vincent van Gogh
Vincent van Gogh

Kader Abdolah
Kader Abdullah

23 Nisan 2013 Salı

Sis ve Gece


Nisan ayı kitabımız Ahmet Ümit'in polisiye romanı Sis ve Gece idi. Nisan ayı İstanbul'un en güzel mevsimidir. Rengarenk lale bahçeleri ve Erguvanlar İstanbul'u süslerken bizler için bir görsel şölen olur.. Oku-Yorum kitap kulübü olarak bizde  kitabımızı tartışırken bize doğal fon oluşturacak  mekan olarak, Fethi Paşa Korusu'nu seçtik.
                                             

                                    


Ahmet Ümit' i uzun zamandır okumak istiyorduk. Ayın kitabını seçerken İdil hanım Ahmet Ümit'in kitaplarından bizler için alternatifler hazırlamiştı. Oy birliği ile Sis ve Gece'yi seçtik. Böylece hem Ahmet Ümit'i tanırken hem de kulübümüzde ilk defa bir polisiye kitabı da okumuş olduk. Ortak fikir kitabın akıcı olması idi. Genel olarak kitabı beğensek de bir kısmımız, daha doğrusu  polisiye kitaplara düşkün olanlarımız , çok heyecanlı bulmadı.

Kişilik analizlerinin yoğunluğu ``katil kim veya Mine`ye ne oldu`` sorusunı unutturuyor. Kitapta yer alan karaktelerin fazlalığı ve her biri üzerine yoğunlaşan analizler bir süre sonra dağınıklığa sebep oluyor. Agatha Christie romanlarından aşina olduğumuz karakterlerin yoğunluğu Sis ve Gece'de de karşımıza çıksa da açıkçası Mine` nin ortadan kaybolmasına sebep olan kişiyi ararken suclu kim alternatifleri  zayifti. Yine polisiye romanlarinda bolca yer verilen ozellikle sonlara doğru dozajı iyice artan gerilim unsuru Sis ve Gece`de kullanılmamış.

İstanbul'u en iyi anlatan yazarlardan biri olan Ahmet Ümit Sis ve Gece'de yine bu özelliğini göstermiş. Bildik mekanları polisiye bir romanda okumak çok keyifli idi. Tarlabaşı ve Piç Nuri karakteri  etkileyici ve gerçekçi idi. Kurtuluş ve orada yaşayan Rum vatandaşların hayatı çok iyi işlenmiş.

Kitabın kahramanı Sedat'ın Mine ile olan aşkı, duyguları, yasak ilişki yaşarken evde eşi ile olan duygusal  değişimleri etkileyici bir dille anlatılmış. Ama eşi Melike'nin kişilik analizi diğer kahramanlara oranla biraz zayıf kalmış.

Polisiye romanlarında her zaman okuyucuyu ters yöne yatıran süpriz final Sis ve Gece de de değişmemiş. Ama kitabın ortalarında verilen ipucu süpriz  final için biraz fazla net idi!! 
Kitap için yer alan küçük hikayeler ve MİT'in işleyişi iyi bir araştırmanın ürünü olduğu belli.

Kitap, 2007 yılında aynı adla sinemaya uyarlanmış. Başrollerde Yetkin Dikinciler, Oktay Kaynarca,  Ilyas Salman, Uğur Polat, Selma Ergeç, Sırrı Sureyya Önder`in rol aldığı filmin yönetmeni Turgut Yasalar.

Kitaptan alıntılar;

Salona girdiğimde, her zamanki gibi, müzeye gelmiş duygusuna kapılıyorum yine. Sanki bu kagir evde zaman durmuş, sanki içindeki insanlar yıllar öncesini yaşamaktalar. Eski eşyaları korumak, değişikliğe gitmemek azınlıklara özgü bir savunma biçimi mi? Yok csnım, yalnızca azınlıklara özgü bir tutum değil bu. Yaşlı insanlar genellikle böyle davranır.Bütün eşyaların bir anısı vardır. Atmaya kıyamazlar.

Evli fakat yasak ilişki yaşayan kitabın kahramanı ikilemlerini, eşine olan sevgisi ve sevgilisi Mine'ye olan aşkını net ifadelerle betimliyor.

İnsan sevdiğinden nefret eder mi? Melike'ye karşı böyle bir duygu hissetmedim. Oysa Mine'den neft ettim, hem nefret ettim hem de ölümüne istedim onu. 

Mine ile karşılaştığımda kafamda bu soru soru vardı:" Buna değer mi?" Ona aşık oldum. Soluk almaktan, yemekten, öpüşmekten, deniz kenarında yürümekten, yaşamdaki basit olaylardan, küçük zevklerden tat almaya başladım.

Belki yadırganacak  bir durum; ikisiyle birlikteyken hiç suçluluk duymuyordum; ne Mine'ye ne de Melike'ye karşı. Sanki iki kadınla birlikte yaşamak benim için normal bir şeydi. 

Mine ile ilişkim başlamadan önce karımdan sıkıldığımı hatırlıyorum. Ama Mine'yle ilişkiye girince tuhaf bir biçimde evliliğim canlanmaya başladı. Melike'yi bambaşka bir gözle görme olanagı buldum... Birine aşıktım, ötekini seviyordum. İkisiyle birlikte mutluydum. Tek sorun bu duygumu ikisine birden anlatamayışımdı. Sanırım Melike'den ayrılamayışımın nedeni buydu.





12 Nisan 2013 Cuma

2013 Londra Kitap Fuarı


Türkiye, 2013 Londra Kitap Fuarının Odak Ülkesi seçildi.


London Book Fair


Her yıl yaklaşık 25.000 kişinin ziyaret ettiği 15-17 Nisan tarihlerinde düzenlenecek Londra Kitap Fuarı'nın bu seneki Odak Ülkesi Türkiye.

Türkiye Odak Ülke Kültür Programı 15 farklı mekanda gerçekleşecek. etkinliklerde Türkiye'den 20 yazar, bazıları İngiltere'den olmak üzere 35 panelist, çevirmen ve editör yer alması planlanıyor.. Yazarlar, değişim halinde olan Türkiye'de yazarlık uğraşını, edebiyat ve yazarlığın geleceğini ele alacaklar .

Fuarla ayrıca, Türk yayınevlerinin İngiltere ve diğer ülkelerle bağlantılar kurması ve yazarlarımızın yabancı meslektaşları ile iletişim kurması için büyük bir fırsat. 

Türkiye'den Katılımcılar Listesi;

İnci Aral
Oya Baydar 
Fethiye Çetin
Fatih Erdoğan 
Murat Gülsoy 
Hakan Günday 
Müge İplikçi
Ayşe Kulin
Mario Levi 
Perihan Mağden
Bejan Matur
Murat Menteş
Murathan Mungan
Bariş Müstecaplıoğlu
Asli E. Perker
Elif Şafak 
Ece Temelkuran 
Ayfer Tunç
Ahmet Ümit
Mehmet Yasin





1 Nisan 2013 Pazartesi

Lale Zamanı


Bahar nihayet geldi. Artık evlerden çıkıp canlanan doğa ile kucaklaşmave hoşgeldin deme vakti. Baharın müjdecisi Laleler ise her tarafı süslüyor. Lale zamanını doyasıya yaşayabilmek için çok özel mekanlar bizleri bekliyor.
Şehrin en güzel Lale seyir mekanları;
  • Hidiv Kasrı
  • Emirgan Korusu
  • Yıldız Parkı
  • Gülhane Parkı
  • Göztepe Parkı

Lale; Doğada,Tarihte,Sanatta - Gül İrepoğlu


Sultan Çiçeği: Lale

Göz alıcı Lale bahçelerini gezmeden önce okuyabileceğiniz kitap tavsiyemiz ise, Yapı Kredi Yayınlarından çıkan Gül İrepoğlu'nun kitabı "Lale; Doğada, Tarihte, Sanatta" tam da bu dönem için okunabilecek ideal bir kitap.Yazar kitapta Lalenin imparatorlukları etkileyen, sanata yön veren uzak ve yakın tarihini inceliyor.

Tanıtım bulteninden alıntı;


Türkler’in yeryüzünde izledikleri yolda onlara yoldaşlık eden, Orta Asya’dan çıkarak Anadolu topraklarına yerleşen ve buradan da Avrupa’ya yayılmış olan özel bir çiçek lâle… Rengi ve duruşuyla sanatçıları esinlendiren lâle, Anadolu Selçukluları’nın çinilerinden Osmanlı sanatının incelikli motiflerine uzanır, ardından Avrupalı ressamların resimlerine konu olur. 16. yüzyılda güzellik ve aşk  simgesine dönüşür. Osmanlı Devleti’nde imparatorluk kavramının yerleştiği, birçok alanda “temeller”in atıldığı bu dönemde yabanî lâle ıslah edilip türleri seçilerek, yeni ve mükemmel lâleler elde etmek için büyük çabalar gösterilir. Bu dönem İstanbul Lâlesinin serüveninin başladığı yıllardır. Öte yandan Lâle bu dönemde Avrupa’da da kök salar. 
17. yüzyılda da ise Sultan IV. Murad’ın Bağdad Seferi sonrası Hoca Hasan Efendi’nin İran’da beğendiği yedi çeşit Lâleyi yanında getirmesiyle Lâle şaşırtıcı bir yenilik olarak adım atıp çabucak benimsendiği Avrupa’dan memlekete bir “yabancı” olarak giriş yapar. Bu dönemde aynı zamanda Çiçek Encümen-i Dânişi, yani Çiçek Akademisi kurulur. 
18. yüzyılın başlarındaki ise “Lâle Devri”nde Lâle çeşitlerinin sayısı iki bini bulur. Bu devrin pek ani ve kanlı sonu, lâlenin de eski hükümranlığını yok eder. Ancak Lâle bu dönemde özellikle Hollanda’da çılgınlığı çoktan geride kalmış olsa da, yetiştirilmeye ve tüm dünyaya dağıtılmaya devam eder. 
Çağdaş zamanlarda memleketine değişmiş olarak geri dönen lâle, o eski zarif, incecik, narin bedeninin yerini dolgun bir görünüme bırakmıştır. Ancak görenin çarpıldığı göz kamaştırıcı renkleri yerli yerindedir.




26 Mart 2013 Salı

Elbet Sabah Olacaktır



Mart ayı kitabımız Hıfzı Topuz'un Tevfik Fikret in hayatını anlattığı ''Elbet Sabah Olacaktır" idi. Kitabı tartışmak icin en uygun mekan olarak Aşiyan'daki Tevfik Fikret'in su an müze olarak kullanılan evini seçtik. Güzel bir perşembe sabahı Aşiyan yokuşundan çıkarken, Tevfik Fikret'in insanı kendine geçirtecek güzellikteki manzaraya sahip bu evin  aslinda  onun derin ızdıraplarına tanık olduğunu, her güzelliğin biraz da hüzün barındırdığını zihnimden geçirirken , kulüp üyelerini bahçede buldum.
         
                                          




Kitabı edebi değil, gazeteci gözü ile yazılmış bir roman olarak  değerlendirmek gerektiği ortak fikrimizdi. Tevfik Fikret'i ortaokul yıllarından beri şiirlerinden tanımanın ötesinde, insani yönünü de keşfetmek hepimiz için doyurucu oldu. Kitapta 31 Mart olayının anlatıldığı bölüm son derece bilgilendirici.

    

Tevfik Fikret' i daha derinden anlayabilmek için bu kitap bize bir rehber niteliğinde oldu . Kitap ile birlikte Tevfik Fikret' i yaşadığı yerde hissetmek , onu çalışma masasında otururken, evin salonunda yer alan okuma köşesinde  şöminesinin karşısında kitaplarını okurken ve ya çok önem verdiği dostları ile zevkle döşenmiş yemek masasında yemek yerken sohbet ettiğini düşünmek,  bahçesinde kendi diktigi ve üç guzeller adini verdigi ağacların altında oturarak İstanbul'u vatan, özgürlük, aydınlanma ve demokrasi aşkıyla seyrederken hayal etmek .....

 

Evi gezerken bu düşünceler içindeydik...Sanki onu tanımış, sohbet etmiş gibi...

Tevfik Fikret farsça "Kuş Yuvasi" anlamına gelen Aşiyan ismini verdiği evin projesini kendisi çizmiş. Evin yapımına 1905 yılında başlamış 1906 yılında tamamlamış. Ne yazık ki 9 yıl yaşayabilmiş. Bu dönemde evi  istibdat döneminden bunalmış şair için sığınma ve inzivaya çekilme yeri olmuş.





Evin tüm mimari ve dekorasyonu şaire ait. Doğu ve Batının birbirine karıştığı mistik bir hava evin genel yapısına hakim. Evi gezerken ince zevkine hayran olduk. Sedef kakmalı sediri doğu havasını yansıtırken, yatak odası ve çalışma odasının modern havası batı modernizmini goz onune seriyor.



Salonda yer alan son halife Abdülmecid 'e ait "Sis" (Tevfik Fikret'in sis siirinden etkilenerek yapmis) tablosunun önünde durup , 1908 İkinci Meşrutiyet yoluna giden dönemin yapı taşlarını döşeyen Sis şiirini hatırladık.

SİS
Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
Beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan
Ağırlığının altında herşey silinmiş gibi,
Bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
Tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
Onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar!
Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık;
Lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası!
Ey zulümler sâhası... Evet, ey parlak alan,
Ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha!
Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan,
Doğu'nun öteden beri imrenilen eski kıralıçesi!
Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden
sefahate susamış bağrında yaşatan.
Ey Marmara'nın mavi kucaklayışı içinde
Sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın.
Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak,
Ey bin kocadan artakalan dul kız;
Güzelliğindeki tâzelik büyüsü henüz besbelli,
Sana bakan gözler hâlâ üstüne titriyor.
Dışarıdan, uzaktan açılan gözlere, süzgün
Iki lâcivert gözünle nekadar canayakın görünüyorsun!
Canayakın, hem de en kirli kadınlar gibi;
içerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden.
Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken,
lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi!
Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır,
İçerinde temiz bir zerre aslâ bulamazsın.
Hep riyânın çirkefi; hasedin, kârgüdmenin çirkeflikleri;
Yalnız işte bu... Ve sanki hep bunlarla yükselinecek.
Milyonla barındırdığın insan kılıklarından
Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar?

Örtün, evet ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi!
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Kaatil kuleler, kal'ali ve zindanlı saraylar.
Ey hâtıraların kurşun kaplı kümbetlerini andıran, câmîler;
Ey bağlanmış birer dev gibi duran mağrur sütunlar ki,
Geçmişleri geleceklere anlatmıya memurdur;
Ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi.
Ey kubbeler, ey şanlı dilek evleri;
Ey doğruluğun sözlerini taşıyan minâreler.
Ey basık tavanlı medreseler, mahkemecikler;
Ey servilerin kara gölgelerinde birer yer
Edinen nice bin sabırlı dilenci gürûhu;
Geçmişlere Rahmet! ; diye yazılı kabir taşları.
Ey türbeler, ey herbiri velvele koparan bir hâtıra
Canlandırdığı halde sessiz ve sadâsız yatan dedeler!
Ey tozla çamurun çarpıştığı eski sokaklar;
Ey her açılan gediği bir vak;a sayıklıyan
Vîrâneler, ey azılıların uykuya girdikleri yer.
Ey kapkara damlariyle ayağa kalkmış birer mâtemi
sembole eden harap ve sessiz evler;
ey herbiri bir leyleğe yahut bir çaylağa yuva olan
kederli ocaklar ki, bütün acılıklariyle somutmuş,
ve yıllardır tütmek ne... çoktan unutulmuş!
Ey mîdelerin zorlaması zehirinden ötürü
Her aşâlığı yiyip yutan köhne ağızlar!
Ey tabiatin gürlükleri ve nimetleriyle dolu
Bir hayata sâhip iken, aç, işsiz ve verimsiz kalıp
Her nâmeti, bütün gürlükleri, hep kurtuluş sebeplerini
Gökten dilenen tevekkül zilleti ki.. sahtadir!
Ey köpek havlamaları, ey konuşma şerefiyle yükselmiş
Olan insanda şu nankörlüğe lânet yağdıran feryât!
Ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler;
Ey eksinlik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar!
Ey ancak masalların tanıdığı bir hâtıra: Nâmus;
Ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol: Ayak öpme yolu.
Ey silahlı korku ki, öksüz ve dulların ağzındaki
her tâlih şikayeti yapageldiğin yıkımlardan ötürüdür!
Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için
yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
Ey tutulmıyan vaitler, ey sonsuz muhakkak yalan,
Ry mahkemelerden biteviye kovulanhak;!
Ey en şiddetlikuşkularla duygusu körleşerek
Vicdanlara uzatılan gizli kulaklar;
Ey işitilmek korkusuyle kilitlenmiş ağızlar.
Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret!
Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm;
Ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre!
Ey korku ağırlığından iki büklüm gemeye alışmış
Zengin fakir herkes, meşhur koca bir millet!
Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç;
Ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç!
Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca;
Ey kimsesiz; âvâre çocuklar... Hele sizler,
Hele sizler...

Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!


Tevfik Fikret' ince zevkini yansıtan sade ve şık salonda oğlu Haluk'un fotoğrafları yer alıyor. Fikret yarın (ferda) olarak gördüğü oğlu Haluk'u  hayalini kurduğu aydın ve eğitimli yarının gençliğinin bir sembolü olarak yetiştirmeyi arzu etmiş, bu sebeple iyi elektrik eğitimi alması için İskoçya'nın Glasgow şehrine yollar.Haluk Fikret'in gözünde gelecek aydın eğitimli neslin temsil-i ruhiyesidir. Onun icin yazdığı siirlerinde ışık, feyz, ziya kelimelerini sıkça kulanmakta..

Sabah Olursa

Bu memlekette de bir gün sabah olursa, Haluk,
Eğer bu memleketin sislenen alın yazısı
Dirençli, dinç bir elin güçlü, canlılık verici
Dokunmasındaki titremle silkinip, şu donuk,
Şu paslanan yüzü halkın biraz gülerse... - O gün
Ben ölmemiş bile olsam, hayata pek ölgün,
Pek az ilişkim olur kuşkusuz; - o gün benden
Ümidi kes; beni kötrüm ve boş muhitimde
Bütün acımla unut; çünkü kör, topal, tükenik
Bakışlarım seni geçmişte görmek ister; sen
Bütün etin, kemiğin, kimliğinle yarısın:
Ve şarkılar gibi hep hep kulaklarımda sesin...

Evet, sabah olacaktır, sabah olursa, geceler
Geçer, kıyamete dek sürmez; en sonunda bu gök
Bu mavi gök size bir gün acır; usanma sakın.
Hayata neş'e güneştir, usanç içinde kişi
Çürür bizim gibi... Siz, ey yarın uzaylıların
Küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!
Tükenmez özlemi vardır ufukların ışığa,
Işık, ışık... Bugünün işte ruhu, özlemi bu;
Silin bulutları, silkin o korku gölgesini,
Koşun ışıklar içinden o kutlu kurtuluşa.
Ümidimiz bu; ölürsek de biz, yaşar mutlak
Vatan sizinle şu zindan karanlığından uzak!

Haluk eğitimi icin Iskoçya'ya gittiğinde Hristiyan bir ailenin yanında kalır. Henuz 14-15 yaşlarında olan Haluk bu ailenin etkisinde kalarak Hristiyanlığı seçer ve bir daha yurda dönmez. Tevfik Fikret'in büyük umutlarla yurtdışına gonderdiği Haluk"un bu kararı onu derinden etkiler.

Ferda (Yarın)

Yarınlar senin; senin bu devrim, bu yenilik..
Her şey senin değil mi zaten?.. Sen, ey gençlik,
Ey umudun güzel yüzü, işte karşında aynan:
Temiz ve bulutsuz, ağaran bir gök,
Titreyen kucağını açmış, bekliyor.. Koş, çabuk!
Ey hayatın gülerek doğan sabahı, işte herkesin
Gözleri sende; sen ki hayatın umudusun,
Alnında yeni bir yıldız, hayır, bir güneş.
Doğ ufuklara, önünde şu sıkıntılı geçmiş
Sönsün sonsuza değin.
Bir daha yaşanmasın o cehennem; senin bugün
Cennet kadar güzel yurdun var; şu gördüğün
Zümrüt bakışlı; inci gülüşlü kızcağız
Kimdir, bilir misin? Yurdun.. Şimdi saygısız
Bir göz bu nazlı yüze -Tanrı esirgesin-
Kötü bir gözle baksa, katlanabilir misin?
İster misin, şu ak sakalın temiz, görkemli,
Onurlu alnına, bir kirli el şöyle dursun,
Hatta yabancı bir el uzansın? Şu mezarı
Bırakır mısın, taşa tutsun bir serseri?
Elbette hayır; o mezar, o onurlu alın
Kutsal birer örneğidir yurdun.. Yurt çalışkan
İnsanların omuzları üstünde yükselir.
Gençler, yurdun bütün umudu şimdi sizdedir.
Her şey sizin, yurt da sizin, şeref de sizin;
Ama unutmayın ki zaman ağır, güvenli,
Sessiz adımlarla arkamızdan gelir.
Önden koşan, ama dikkatle her izi
İncelemeye yol bulan bu şaşmaz izleyici
Paylayıp utandırırsa bizi, yazık! Demin
’’Yarınlar senin’’, dedim, beni alkışladın; hayır,
Bir şey senin değil, sana yarın emanettir;
Her şey emanettir sana, ey genç, unutma:
Senden de hesap sorar, yakınır gelecek.
Geçmişe şimdi sen ibretle bakıyorsun,
Gelecek de senden böyle kuşkulanacak.
Her organı ihtiyaç kasırgasıyla sarsılan
Bir kuşağın oğlusun; bunu arasıra anımsa.
Unutma; çağın şimşeklerin bollaştığı çağdır:
Her yıldırımda bir gece, bir gölge yıkılır,
Bir yükseliş ufku açılır, yükselir yaşamak;
Yükselmeyen düşer: ya ilerlemek, ya yıkılmak!
Yükselmeli, dokunmalı alnın göklere;
Doymaz insan denilen kuş yükselmelere...

Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, bağır;
Durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır!


Şairliği  yanında Tevfik Fikret'in ressam kişiliğide  biliniyor. Yine salonda yer alan Krizantemli Vazo ve eşi Nazime hanımı tesmettiği Nazime Hanım Bebek Sırtlarında tabloları da onun güzel sanatlarda da ne kadar başarılı olduğunun ispati niteliginde.



Tevfik Fikret'in Esi Nazime Hanim icin yazdigi' Sen Olmasan' şiiri ona olan sevgisini   anlatiyor.;

Sen Olmasan

Sen olmasan... Seni bir lahza görmesem yâhûd, 
bilir misin ne olur? 
Semâ, güneş ebediyyen kapansa, belki vücûd 
bu leyl-i serd ile bir çare-i te'ennüs arar, 
ve bulur; 
fakat o zulmete mümkün müdür alıştırmak 
bütün güneşle, semâlarla beslenen rûhu, 
bu rûh-i mecrûhu? .. 
Sen olmasan... Seni bulmak hayâli olsa muhâl, 
yaşar mıyım dersin? 
Söner üfûlüne bir lahza kaa'il olsa hayâl; 
soğur, donar, kırılır senden ayrılınca nazar; 
ne hazin 
gelir hayât o zaman vücûda, hem rûha! 
Yaşar mıyız seni kaybetsek âah ben, kalbim, 
bu kalb-i muztaribim? .. 
Sen olmasan... Bu samimi bir itiraf işte: 
Sen olmasan yaşamam; 
Seninle râbıtamız hoş bir iytilâf işte; 
fakat bu râbıta haalî mi ruhu ezmekden? .. 
Akşam 
gurûba karşı düşündüm sükûn içinde bunu: 
Fena değil sevişip ağlamak, fakat heyhât, 
bükaye değse hayât! .. 


Yazlık odanın duvarlarında Edebiyatı-ı Cedide(Servet-i Fünun)  akımının önemli edebiyatçılarına ait tablolar ve fotoğraflar yer alıyor. Müze ilk Edebiyat-ı Cedide müzesi olarak açılmıştı.




Tevfik Fikret, hocası Recaizade Mahmut Ekrem’in aracılığı ile 7 Şubat 1896 tarihli 256. sayısından itibaren Servet-i Fünun dergisinin yazı işleri muduru oldu.. Bundan sonra, yenilik yanlısı yazar ve şairler bu dergide bir araya gelmiş ve Edebiyat-ı Cedîde’yi oluşturdular. Tevfik Fikret’in şiirleri de bu donemde olgunluk evresine ulaşti.Şairin Rübâb-ı Şikeste adlı ilk şiir kitabı bu dönemde yayımlandi. (1899).

Ikinci Meşrutiyet’in ilanından sonra, Tevfik Fikret istibdat idaresinin sona erdiği düşüncesiyle bir süre umutlanır. Hüseyin Cahit ve Hüseyin Kâzım’la birlikte Tanin gazetesini çıkarmaya başlar. Ittihat veTerakkî’yi ve  Ardından “Sis”te lanetlediği İstanbul için “Rücû” şiirini yayımlar.

Rücu

Hayır, hayır, sana râci’ değil bu tel’inât,
Bütün bu levm ü teellüm, bu ibtikâ-yi hayât.
Hayât’i milleti ta’zib eden, muhakkar eden,
Çamurlıyan ne kadar levs varsa hep birden
Kucaklamış, taşımış bir muhite aiddi;

O mel’anet gecesinden uzaktayız şimdi.
Karıştı leyl-i musibet leyâl-i nisyana,
Açıldı gözlerimiz bir sabâh-ı rahşâna.
Sen, ey muhît-i teceddüd, o leyl-i menhûsun
Seninle nisbeti yok; sen şereflisin, ulusun.

Ne sis yüzünde ne zül; bilâkis, safâ vü vakaar,
Doğan güneş gibi sâfî bir infilâkın var.
Ufukların bütün enzârı sende, pür-hayret;
Bugün senin medeniyyet, müsâlemet, safvet

Adâlet istiyen âvâz-ı hak-nümûnunla,
Bugün senin harekâtın veya sükûnunla,
Takarrür eyliyecektir huzûr-i istikbâl;
Senin selâmet-i fikrin demek selâmet-i hâl!
Güzel düşün. İyi hisset, yanılma, aldanma.

Ne varsa doğrudadır, doğruluk şaşar sanma.
Koş ittihâda, teâliye, sa’ye, ikbâle;
Fakat unutma ki yol intizâm-ı meşvetle
Yakınlaşır, kısalır… Doğru at adımlarını;
Düşün; bugünkü adımlar hazırlıyor yarını!
Ve siz, ey ordumuzun anlı şanlı efrâdı,

Siz ey güzel vatanın bergüzîde evlâdı,
Siz ey küşâde alınlar, güzîde vicdanlar,
Siz ey yürekli ve aslan yürekli insanlar!
İçimde şimdi ne hisler, nasıl temenniler,
Ne neş’eler coşuyor, bilseniz, ne vecd-âver

Terâneler coşuyor… Bunların hâkir ü güzîn
Meâli şi’ri sünühâtı, rûhu, lâfzı sizin;
Sizin ne varsa sizin; hepsi hepsi hepsi sizin!
“Sen ey muhit-i teceddüd, o leyl-i menhusun
Seninle nisbeti yok; sen şereşisin, ulusun”

Mesrutiyetin ilanindan sonra bir ara demokrasi ve özgürlük icin umitlenen Tevfik Fikret' Ittihat ve Terakki'nin baskıcı idaresi karşısında tekrar derin bir ümitsizliğe girer. Doksan Beş'e Dogru  şiiri işte bu ümitsizliği anlatır.

Bir devr-i şeamet, yine çiğnendi yeminler; 
Çiğnendi, yazık, milletin ümmid-i bülendi! 
Kanun diye topraklara sürtündü cebinler; 
Kanun diye, kanun diye kanun tepelendi... 

Eyvah! Otuz üç yıl o zehir giryeleriyle, 
Hüsranları, buhranları, ehvali, melali, 
Amal-ü devahisi ve sulh-ü seferiyle 
Bir sel gibi akmış, mütevekkil, mütehali... 
Yazsın bunu tarih-i iber hatt-ı zeriyle! 

Ey bir dem-i rüya gibi geçmiş kara günler, 
Bir lahza edin seyr-i cahiminizi tekrar; 
Dönsün bize o derin nazra-i muğber... 
Heyhat! Otuz üç yıl, otuz üç yıl bütün ekdar 
Heyhat! Ne bir ders, ne bir fikr-i mukarrer 
Silmez fakat elvahını tarih-i muanit; 
Doksan beşi aç! Gölgesi bir tac-ı harisin 
Saklar mütelaşi, mütereddit, mütemerrit 
Evca-ı şebengizini bir yevm-i habisin. 
Hala o vesavis, o desayis, o mefasit. 

Hala o şebin zeyl-i temadisi bu ezlam; 
Hala o cehalet, o tecahül ve o techil; 
Hala vatan hissesi bir tude-i alam; 
Hala düşünen başlara hep latme-i tenkil, 
Hala sırıtan dişlere hep lokma-i inam! 
Hala tarafiyyet, hasabiyyet, nesebiyyet; 
Hala: ‘Bu senindir, bu benim!’ kısmeti cari; 
Hala gazap altında hakikatle hamiyyet... 
Hep dünkü terennüm, sayıdan, saygıdan ari; 
Son nağmesi yalnız: Yaşasın sevgili millet! 

Millet yaşamaz, hakka tahassürle solurken 
Sussun diye vicdanına yumruklar inerse; 
Millet yaşamaz, meclisi müstahkar olurken 
İğfal ile, tehdit ile titrer ve sinerse; 
Millet yaşamaz maşer-i millet boğulurken! 

Kanun diyoruz; nerde o mescud-i muhayyel? 
Düşman diyoruz nerde bu? Hariçte mi, biz mi? 
Hürriyetimiz var, diyoruz, şanlı, mübeccel; 
Düşman bize kanun mu? Ya hürriyetimiz mi? 
Bir hamlede biz bunları, kahrettik en evvel. 

Bir hamle-i mahnum-i tagallüple değiştik 
Hürriyeti şahsiyyete, kanunu gurura; 
Heyhat! Otuz üç yıl geri düştük ve mühlik 
Yoldan şu nedametli ve gafletli mürura 
Bişüphe o humma-yi cünun oldu muharrik, 

Ey millete bir sille olan darbe-i münker, 
Ey hürmeti kanunu tepen sadme-i bidad, 
Milliyeti, kanunu mukaddes tanıyan her 
Vicdan seni lanetle, mezelletle eder yad... 
Düşsün sana meyyal-i tahakküm eğilen ser 
Kopsun seni –bir hak diye- alkışlayan eller 

Aşiyan'a taşındıktan sonra şeker hastalığı sebebi ile oldukça zor günler geçirir, sihhati günden güne bozulur. 19 Agustos 1915 de Asiyan'daki evinde hayata gözlerini yumdu.