23 Ocak 2013 Çarşamba

Boğaziçi Yalıları - Abdülhak Şinasi Hisar

                                             
                                                        
İstanbul'un göz bebeği Boğaziçi ise, Boğaz'ın göz bebeği ise onu inci taneleri gibi süsleyen eşsiz Yalılar dır.
Abdülhak Şinasi Hisar 1954 de kaleme aldığı makalelerden oluşan Boğaziçi Yalıları kitabında Yalıları, Yalılarda yaşamı, Yalıların etrafını, Boğaziçi'ni, Mevsimleri, Kayıkları, Meehtaplı geceleri gözler, kısaca dönemin boğaz yaşamını gözler önüne seriyor.
Abdülkhak Şinasi Hisar'ın  şiirsel anlatımıyla bir çırpıda okuyup, eski Boğaziçi günlerini  hayal edebileceğiniz kitaptan göze çarpan bir kaç bölümü paylaşmak istedim;

Eski Yalıların Hatırlattığı Boğaziçi; 
Boğaziçi sanki bir göl ve burada her yalı bir diğerine, bu suların içinden geçen bir manevi rabıtayla, büyük ve gizli bir tenasütle bağlı ve birleşik gibiydi. Herkes birbirine hayırhah görünür, hatta yan gözle de birbirinin ahlakına nezaret ederdi.
Devlet vükelasından Boğaziçi mahallerinde oturanların yalıları birer küçük saraya benzerdi. Ananeler o kadar kuvvetliydi ki, bayramlar gibi resmi günlerde, o mahalle içinde bir mevkii bulunanlar, yalı sahiplerini ziyarete gelmeyi lüzumlu telakki ederler, o da bunların hepsini kabul etmeyi bir borç bilirdi.
Mahalle sakinleri, uzaktan olsun tanıdıkları yalı sahiplerine, her ramazanda bir kere, davet olunmadan iftara gelirler ve bunların ağırlanması için ikinci bir sofra tertip edilirdi. Bütün yalı halkının bayramlıkları ve köyün mektep hocaları, Şirket-i Hayriye müstahdemleri, tulumbacılar, su yolcuları, postacılar, nezafet ameleleri, mahalle fakirleri için de bahşişler verilir, hepsinin memnun kalmalarına itina edilirdi. Bunlar bir şey isteme adiliğine düşürülmez; bunlara,, bir şey vermek adiliği duyurulmaz, zira, bu hemen hemen gizli alışverişi tabiileştiren gizli bir anne terbiyesi vardı.
Aristokrat Boğaziçi'nde herkes kendi eviyle, ahbaplarıyla, dostlarıyla adeta şahsen bir para sarfı ihtiyacını duymazdı. Rumeli kıyısındaki, o da yalnız Bebek bahçesiyle kalender ve daha öteleri müstesna olmak şartıyla, bütün Boğaziçi mahallelerinde bir tek otel, lokanta, pastahane bilinmez, buralarda ancak küçük köy kahvehanelerine rastlanabilirdi.

Boğaziçi Yalıları;
Yalıların çoğu eski zaman terbiyesi almış, başlarında mahalli, şarklı ve bize meçhul bir ilim yaşayan, gönüllerinde bize eski gelen bir alem taşıyan ve ömürleri hülyalarına uymamış olan ihtiyar hanımlara benzerlerdi.
Boğaziçi tiryakilerinin daha ziyade severek ''leb-i derya'' da dedikleri bu eski halis Boğaziçi yalıları klasik mimarisinin hususi vasıfları vardır. Boğaziçi dediğimiz incelik, güzellik, sanat harikasını vücüda getiren yapan hassas mimar, ince bir takım hesaplara istinad eder: Yalıyı, önündeki denizin emsalsiz mavisiyle arkasındaki dağların yeşili arasında açar. Öyle ki, sofalar üzerindeki odaların kapıları açılınca , ön taraftaki sular ve arka taraftaki yamaçlar gözler için birlesşir.
Ayrı birer binası yoksa, bütün yalıların yarısı harem, yarısı selamlıktır. Alt katın sofalar ve odaları mermerdir.. İkinci kata yayvan ve geniş merdivenlerle çıkılır. Yukarı kattaki sogfalar ve odalar ahşaptır. İklim çok güneşli olduğundan pencerelerin üstünde, gözleri güneşten korumak için, adeta bir kasketin önü gibi geniş saçaklar vardır. Bütün mimari, yalının denizle devamlı irtibatı üzerine müstenittir. Yalının önünde yol yoktur.
Boğaziçi kayıklarla geçilirken, iki sahil boyunca, sırasıyla görünen gönül açıcı manzaralar, rengarenk evler, hülyalı yolla, beyaz saraylar, saray gibi yalılar, beyaz camiler, beyaz ve ince minareler, bahçeler parmaklıklar, korular, köşkler, çeşmeler, kameriyeler, ağaçlar çiçeklerle yirmibeş kilometrelik bir yol tutardı. Fakat bu emsalsiz yolu ifade için buna bir hıyaban, bir şehrah demek kafi gelmez. Onu tarif için, uzun ve geniş bir havuz ve eski zamanın tabiriyle, bahçe kelimelirine karışan, cennet diyarı manzaralarından bahseden hayali bir kelime bulmak, icat etmek lazım gelir. İnsanın bu füsuna kapılıp Nedim'in mısrasına uyarak;
''Bir peri suret görünmüş, bir hayal olmuş sana!''

Yalılarda Günler ve Saatler;
Boğaziçi yalılarında geçen bir devri, bir ömrü, bir mevsimi değil, bir tek günü bile, nasıl anlatmalı ki bu, bir gülü gösterip koklatmadan onu tarif etmeye benzer
Hizmetçi gelir, sabah çayını ve sabah gazetesini getirir, ilk açılan pencereden giren munis rüzgarlarla, güneşli, neşeli, parlak ve genç, yeni bir gün odanın içine dolar.
Denize atlarken nasıl bir an üşüyeceğimizi düşünerek tereddütle durur ve sonra, duyacağımız soğuğun hazzına daha büyük bir acele ile dalarsak, bu günün hazzı içine yatağımızdan öyle atlardık.
İşsiz,yavaş, hesapsız gün, altın ışıklarını ikindinin mavimtrak saatlerinde usulca eriterek ve sonra ne çabuk bir çiçek gibi solarak, koyulaşarak, daha içli ve mor saatlere, akşamın tahassürlerine, vedalarına girer ve bir musiki dinlerdi.

Boğaziçi Kayıkları;
Boğaziçinin kendine mahsus bir alem teşkil ettiği zamanlarda her yalının bir veya bir kaç kayığı bulunurdu. Bunlar bir yalı hayatının hususiyetini tammalarlardı.
Kayıklar Venedikli değil, Bizanslı değil, Avrupalı da değil, yalnız Türk ve İstanbullu, Boğaziçi zevkinin bir hülasasıydı. Bakımlı bir ev kayığı, başlı başına bir sanat eseriydi. Çoğu klasik telakki edilen portakal rengindeki bu kayıkların kenarlarında yaldızla çizilmiş bir çift zıhın arasında eflatun, yahut suların renginde, mavi veya havai lacivert bir şerit vardı.Kadife veya çuhadan döşemesiyle yastıkları o zamanlar sevilen renklerden birinde ; al, vişne çürüğü, açık mavi yahut kahverengi olurdu.
Bu kayıklara binme ve inme usulleri bile, zamanla bir anane halinde yerleşmişti. Hanımlar kayıklarına binerler kayıklarından çıkarlarken, en önde kayukçı, ayakta, ellerini değil, bir destek olması için, ancak bir omuzunu hafifçe uzatır ve hanımların elleri bu kuvvetli omuza bir kuş gibi bir an için konup kalkmış olurdu.
Boğaziçi kayıkları yalnız gezintiye çıkmak için değil, daha nice hizmetler görmek içindi.. Onlar, evvela bir çok satıcının seyyar dükkanlarıydı. En faal görünenleri balık kayıklarıydı. 1900 lerden sonra dümenli sandallar çoğalmaya başladı. Boğaziçililer, misafirliklere, bayram ziyaretlerine bunlarla giderler, hususi kayıkları olmayanlar, saz alemlerine bunlarla katılırlardı.
Fakat, muhakkak ki, kayıklarla yapılan gezintilerin en unutulmazları, mehtaplı gecelerin saz alemleri ve o birbirinden güzel gecelerin en emsalsizi, yine muhakkak ki, kısaca ''mehtap'' denilen, yalnız Boğaziçi'ne mahsus o saz geceleriydi. O gecelerde büyükçe, mesela bir balık kayığına yerleştirilen hanende ve sazendeler, ayın doğduğu sıralarda başlayıp, Boğaziçi'nin muayyen noktalarında dura dura ilerleyerek ve sonra yavaş yavaş dönerek, bütün Boğaziçililerin de kendi kayık ve sandallarıyla saz alayına katılmasıyla gittikçe genişleyen bir halka halinde, Boğaz'ın aşağılarına kadar inerdi.

Abdülhak Şinasi Hisar

                                                 

Anne tarafından dedesi Muhtar Bey'in Rumelihisarı'ndaki yalısında doğdu. Abdülhak Şinasi Hisar'ın çocukluğu, Rumelihisarı, Büyükada ve Çamlıca’da geçti. 1898’de Galatasaray Sultanisi’ne girdi.


Ailesine haber vermeden 1905’te Galatasaray Sultanisi'nden ayrılarak Paris'e gitti. 1908'e kadar Paris’te École Libre des Sciences Politiques’e devam etti.
Paris'te Prens Sebahattin, Dr. Nihat Reşat Belger, Ahmet Rıza Bey ve Yahya Kemal ile sık sık görüşür.

II. Meşrutiyet’in ilânından (1908) sonra Türkiye’ye döndü. Fransız ve Alman şirketlerinde, Osmanlı Bankası’nda, Reji İdaresi’nde, 1931’den sonra ise Ankara’ya yerleşerek Dışişleri Bakanlığı’nda çalıştı. 1948’de İstanbul’a döndü ve Ayaspaşa’da Boğazı gören bir apartmana yerleşti. Bir süre Türk Yurdu dergisinin genel yayın müdürlüğünü üstlendi (1954-57). 1963'te Cihangir’deki evinde beyin kanamasından öldü.

Edebiyata Mütareke yıllarında Dergâh ve Yarın dergilerindeki şiir, kitap tanıtma ve eleştiri yazılarıyla başladı. 1921’den itibaren İleri ve Medeniyet gazetelerindeki yazılarıyla tanındı; 7Ağaç, Varlık, Ülkü ve Türk Yurdu dergileri ile Milliyet, Hâkimiyet-i Milliye ve Dünya gazetelerinde yazdı. Cumhuriyet dönemi yazarı olmasına rağmen dil ve üslup açısından Meşrutiyet kuşağına bağlı kalan[kaynak belirtilmeli] Hisar’ın bütün yapıtları esas olarak “hatıra”ya dayalıdır. Romanlarında Maurice Barrés, Anatole France ve Marcel Proust gibi yazarların edebiyat anlayışlarını benimsemiştir.[kaynak belirtilmeli]
1942 CHP Hikâye ve Roman Mükâfatı’nda üçüncülük alan Fahim Bey ve Biz, Almancaya çevrildi (Unser Guter Fahim Bey, Çev.: Friedrich Von Rummel, 1956). Sermet Sami Uysal (Varlık Yayınları, 1961) ve Necmettin Türinay’ın (M.E.B., 1988) Abdülhak Şinasi Hisar adlı birer kitabı vardır. Ölümünden sonra Abdülhak Şinasi Hisar: Seçmeler (Haz.: S. İleri, YK7Y, 1992), Geçmiş Zaman Edipleri (Haz.: T. Yıldırım, Selis, 2005) ve Kelime Kavgası: “Edebiyata ve Romana Dair” (Selis, 2005) adlı üç kitabı daha çıkmıştır. Emre Aracı Boğaziçi Mehtapları'ndan esinlenerek aynı adlı bir keman konçertosu (1997) bestelemiştir.
ESERLERİ

Roman
Fahim Bey ve Biz (1941; 1942 CHP Hikaye ve Roman Ödülü üçüncülüğü)
Çamlıca’daki Eniştemiz (1944)
Ali Nizami Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği (1952)
Anı 
Boğaziçi Mehtapları (1942)
Boğaziçi Yalıları (1954)
Geçmiş Zaman Köşkleri (1956)
Fıkra
Geçmiş Zaman Fıkraları (1958)
Antoloji
Aşk imiş her ne var alemde (1955)
Biyografi 
İstanbul ve Pierre Loti (1958)
Yahya Kemal’e Veda (1959)
Ahmet Haşim : Şiiri ve Hayatı (1963)


Kaynak; Vikiped




1 yorum:

Unknown dedi ki...

Böylesine değerli yazarları hatırlattınız bize. Boğaziçi'ni o dönemlerde yaşamak varmış.